Logo
Çağ Üniversitesi
26.05.2019

ABD'NİN TÜRKİYE UYARILARI

Prof.Dr. Esat ARSLAN tarafından

ABD’NİN TÜRKİYE UYARILARI

 

  Gelin birlikte ABD’nin Türkiye konusundaki önce endişelerini sonra da ikazlarını hep birlikte irdeleyelim. İsterseniz biraz geriye gidelim ve anımsayalım, Birinci Körfez Harekâtı günleri öncesini... Soğuk Savaşı “Batı” kazanmıştı. Ünlü Stratej Francis Fukuyama “Tarihin Sonu” nu bile ilan etmişti. Fukuyama son derece genel bir ifadeyle şunu söylüyordu: ‘Soğuk Savaş’ sonrası bir dünyada artık liberal kurumların ve düşünce yapısının egemen unsurlar olarak kalacağı, kapitalizmin seçeneksiz-kaçınılmaz-nihaî bir sistem olduğu ve dolayısıyla ideolojik anlamda insanoğlunun varabileceği son noktayı belirtmek için bu deyimi kullanmıştı.

  Biliniyor, çok geçmeden bu tezin ne kadar “premature bir genelleme” olduğunun farkına varılmıştır. Soğuk Savaşın bitmesi yeni ötekiyi belirlemişti. Kimdi yeni öteki? OPEC’in kuruluşuna öncülük eden Saddam Irak’ının şahsında bir bütün olarak doğrudan ‘İslam Dünyası’. Batı, İran İslam Devrimi sonrası Afganistan’da geliştirmiş olduğu ‘Yeşil Kuşak’ kuramını önce üretilerini ‘Frenkeştayn’laştırıp, sonra da ötekileştirme yolunu tutmuştu. Birinci Körfez Harekâtına ramak kala, Büyük Ortadoğu Projesi (BOP) raftan indirilerek yürürlüğe konulmuştu.

  Bu proje kapsamında sınırları ve rejimi değişecek 22 İslam ülkesiydi, ama BOP’a ilk tepki Türk Silahlı Kuvvetleri (TSK) ’nden gelmişti. Fütorolojist bir yaklaşımla, stratejinin üç boyutu “Kuvvet, Zaman ve Mekan”ı iyi değerlendiren TSK, görevi gereği açık ve net tavrını ortaya koymuştu. Birinci Körfez Savaşı başlamadan ABD tarafından verilen görev talebine, yıllardır itaatkâr bir NATO üyesi Türkiye’nin Genelkurmay Başkanı Orgeneral Torumtay istifa ile karşılık vermişti. ABD-Türkiye ilişkilerinde “Yes Sir”ci, “Evet efendim”ci tavrın ilk kırılma noktası bu idi. Oysa ki o zamanki iktidar TSK’yı bu cangılın içine sokarak, Türk askerinin kanı üzerinden “bir koyup üç alma” hesapları yapmaktaydı. Ama aynı TSK, 1996 yılında her türlü olumsuz koşula karşın hayati gördüğü için Irak içlerine ‘Çelik Harekâtı’ ile sıcak takibe girişmişti. Ancak, Pentagon Türk generallerinin çizgiden çıktığını bir yerlere not etmişti.

  Şimdi de bir zaman atlaması yaparak İkinci Körfez Harekâtı öncesi yaşanan Tezkere Krizinin etkilerini görelim. İkinci Körfez Harekâtı sonrası ABD’li üst düzey bir subay, öfkesi burnunda nefes nefese anlatmıştı. Bir de bana dönüp parmağını da sallayarak;

  “-Bunu en iyi sen anlarsın, ABD Kara Kuvvetleri mensuplarının gemiler içerisinde neredeyse on beş gün, İskenderun Körfezinde karaya çıkmalarına müsaade edilmeksizin, deniz tutmasından içi dışına çıkarak beklemesini, TBMM’de 01 Mart 2003 tezkeresinin yeterli oyu alamaması sonrası tekrardan Kızıldeniz üzerinden Basra Körfezine gitmesini. Bunu en iyi denizcilerin gemilerine tıkılan karacı askerler anlar deyivermişti.” Gözlerini bana dikerek, “bunun ne demek olduğunu en iyi sen bilirsin.” dediğini dün gibi anımsıyorum. Peki, bu ABD’li üst düzey subay doğru mu söylüyordu? Evet, hakikaten doğru söylüyordu.

  Emrindeki askerlerin her şeyinden sorumlu bir komutan için bunun ne demek olduğunu çok iyi bilirim. Kıbrıs Barış Harekâtı’ndan sonra gemiyle Kıbrıs’a gittiğimizden gerçekten de bunun ne zor bir görev olduğunu idrak edenlerden biriyim. Bir Kara Kuvvetleri mensubunun gemideki yaşama ve gemi kurallarına hazırlanması ve uyum göstermesi öyle kolay bir mesele değildir.  Bazılarına “lay, lay lom” gelir ama, bu hiç de böyle değildir. Bir de düşünün geceli ve gündüzlü 40 gün süren zorlu bir vapur yolculuğu ile Kore’ye ulaşan dört farklı Türk Tugayında görev yapan ve canını dişine takarak Türk milletini kanlarıyla temsil eden 23 bine yakın Türk askerinin bu deniz yolculuğuna nasıl katlandıklarını. Hele bataklık olduğu için açıktaki vapurdan çıkarma gemileriyle karaya çıktıkları bir an gözümün önüne geliyor da hakikaten durumu daha iyi anlıyorum. İşte bütün bunları bildiğinden, benim bam telime basıyordu, ABD’li dostum.

  Kuşkusuz, psiko ve sosyopatik travma bakımından endişelerine katılmamak mümkün değildi. Bu kırılma noktası ve öfke kusan ABD askerleri, daha sonradan Türk Silahlı Kuvvetleri mensuplarına karşı zecri tavırlar göstermişler ve sergilemişlerdi. Bunu nereden anlıyoruz, “Çuval Hadisesi”nden anlıyoruz. Wikileaks belgeleri, Türk askerine karşı yapılan “Çuval Olayı”nı odak noktasına almış ve olayın birebir çevirisi 4 Nisan 2011 tarihli Taraf gazetesinde “Türkler Kerkük Vadisi’ni vuracaktı” başlığıyla yayımlanmıştı. Böyle bir şey var mıydı? Tabii ki, yok idi, tersine çalışan ABD üst aklı bir komplo kuramı çerçevesinde bunu üretmişti.

  Birlikte anımsayalım, İkinci Körfez Harekâtı diye de anılan ABD’lilerin “Şok ve Dehşet Operasyonu” 20 Mart 2003 tarihinde sabaha karşı Bağdat’ın da bombalanmasıyla başlamıştı. Bundan yaklaşık bir ay sonra 22 Nisan 2003 günü ise, Erbil’deki Özel Kuvvetler Komutanlığı Karargâhı’nda görev yapan Türk askerleri, “Türkiye’den gelen bir insani yardım konvoyuna eskortluk etmek üzere” gittikleri Kerkük’te gözaltına alınmış, ertesi gün de Amerikan askerî personeli eşliğinde Türkiye’ye gönderilerek, Irak’tan sınır dışı edilmişlerdi. Bu konu da en az ‘Çuval Olayı’ kadar önemliydi. Dost müttefik ABD bölgedeki günah keçisini Türk Silahlı Kuvvetleri mensupları olarak belirlemişti. Bu son derece önemli kırılma noktalarından biriydi.

  Türk Silahlı Kuvvetlerinin itibarı en alt seviyeye indirilmeliydi. Bu olaydan bir hafta sonra, 30 Nisan 2003 tarihinde yapılan askerî toplantıda, iki tarafın da altına imza koyduğu kararlarla, Irak’taki Türk askerî personelinin her zaman üzerinde kimlik ve üniforma taşıması gerektiği Türkiye’ye tebliğ edilmiş ve bu kurala uymayan askerlerin gözaltına alınacağı kayda geçirilmiştir. Belli ki, ABD bir punduna getirip, bir bahane bularak Türk askerini tutuklamayı ve bölgedeki itibarını sarsmayı hatta sıfır derecesine indirmeyi kafalarına koymuştu.

  Genelkurmay Başkanı Orgeneral Hilmi Özkök’ün “ültimatom benzeri” diyerek eleştirdiği ancak geçerliliğine kimsenin resmen itiraz etmediği bu kararların üzerinden iki ay geçtikten sonra, tam da ABD’nin bağımsızlık gününde bir gövde gösterisi olarak 4 Temmuz 2003 tarihinde “Çuval Olayı” (The Hood Event) yaşanmıştır. Aslında “Hood” sözcüğü “kukuleta, başlık” anlamı olsa da kara propaganda gereği ve hakaretamiz olarak “Çuval” kelimesi benimsenmişti. Türkiye çuvallamıştı, bu bir anlamda “Türk’ün Ateşle değil, Çuvalla İmtihanı” ydı.

  Süleymaniye baskınında, ABD’liler tarafından, üzerinde güya üniforma ve kimlik olmayan Türk Özel Kuvvetleri’ne mensup, üçü subay, sekizi astsubay on bir Türk askeri yüzükoyun yatırarak bilekleri kelepçelenmiş, başına çuval geçirilerek gözaltına alınmışlardır. Aslında “gözünün üstünde kaşın var” kabilinden bir tutuklamaydı, bu. Ama ilginçtir, devrin Genelkurmay Başkanı Orgeneral Hilmi Özkök’den “çevir, kaz yanmasın, padişah uyanmasın” gibi kıvırma payı büyük olan şok bir emir gelmişti. “Mukavemet Etmesinler.” Bir de üstüne üstlük Genelkurmay başkanı bunu pratik bir çözüm olarak nitelemişti ya neyse.

  ABD askeri, “Çuval Olayı”yla “Tezkere Krizi”nin rövanşını alırken, operasyon sırasında öfkelerini de kusuyorlardı. Tutuklanan 11 Türk askeri ilaveten 2 sivil Türk, 4 Kürt muhafız, 2 Türkmen erkek, 2 Türkmen kadın, 1 Kürt, 1 Türkmen çocuk ve kayıp kızını aramaya gelen “İngiliz pandomim sanatçısı Michael Todd” da dâhil 24 kişi gözaltına alınarak ABD’ nin karargâhı olarak kullanılan Kerkük Havaalanı’na götürülmüşlerdi. Türk askerleriyle birlikte tutuklanarak başına çuval geçirilen Michael Todd, yaşadığı acı dolu günleri, “Çuval” adlı kitapta kamyonların içerisinde Kerkük Havaalanına hakaretamiz gidişi şöyle anlatıyordu:

  “...Çuvalları başımızdan söküp aldılar. Süleymaniye’yi gördüm, anayolda gidiyorduk, herkes gözünü bize dikmişti; bizimle alay ediyor ve Amerikan askerlerini alkışlıyorlardı. Amerikan askerlerine el sallıyorlar ve gülümsüyorlardı, bize aşağılayıcı şeyler fırlatıyorlardı. Bazılarının ayakkabılarını savurduğunu ve tükürdüğünü gördüm.”

  “Neden başımızdaki çuvalları çıkarmışlardı? Bunu kasıtlı yaptıklarını şimdi anlıyorum, insanlar yüzlerimizi görüp tanımıştı ve böylece ABD iyi bir iş yaptığını Kürtlere göstermiş oluyordu.”

  “...Duyduklarım şunlardı, bunları yazdığım için üzgünüm çünkü kötü laflar: ‘Şu alçak bir daha çuvalını çıkarmaya kalkarsa onu delik deşik edeceğim’, ‘Şu alçaklardan birini süngülemek çok hoşuma gider›, ‘Çok üzgün görünüyorlar, sanki birazdan kafası kesilecek olan bir grup tavuğa benziyorlar!’, ‘Burayı biraz boşaltalım, kapıları kilitleyelim ve birkaçının kafasını keselim, bakalım kafaları kesilince ortalıkta koşabiliyorlar mı?’...”

  Bundan daha da acısı 5 Temmuz günü Kerkük havaalanında yapılan sorgulamadan sonra Türk askerine, ‘Guantanamo’ ve ‘Ebu Gureyb’ tutsaklarına yapıldığı gibi turuncu elbise giydirilmiş, elleri kelepçelenmiş, başlarına tekrar çuval geçirilerek helikopterlerle Bağdat’a götürülmüşlerdi. Bu tam anlamıyla bir rezaletti.  Wikileaks belgeleri olayın yaşandığı dönemde ABD’nin Ankara Büyükelçisi olan Ross Wilson’u nasıl keyiflendirdiğini şu sözlerle anlatıyordu: “-Bunun acısı bir kuşak geçmez!”

  Türk askerleri, dönemin başbakanı Erdoğan İle ABD Başkan Yardımcısı Cheney’nin konuşmasından tam 60 saat sonra serbest bırakıldılar. Süleymaniye olayı, Türkiye’nin toplumsal belleğine, “ABD’nin Türk askerlerinin başına ‘çuval’ geçirilmesi olayı” ulusal onurumuzun ve Türk haysiyetinin bütün dünyanın gözünde 5 paralık edildiği gün olarak kazınmıştır. ABD tarafı ise, Türk Özel Kuvvetleri’nin de katılımıyla Kerkük Valisi’ne yönelik bir suikast gerçekleştirilmesinin, ABD askerlerince son anda önlediğini savunmuş ve bu tezinden bugüne kadar da vazgeçmemiştir. Sizlere önerim, o günkü taraflı tarafsız gazete manşetlere bakın, oradan Türk halkının geçirmiş olduğu travmatik öfkeyi anlayabilirsiniz.

  Bir şekilde hizadan çıkan Türk generallerini hizaya geçirmek amacıyla “Çuval”la başlayan, “Şemdinli-Ergenekon – Balyoz vb” davalarıyla TSK’nın seçkin kadroları tasfiye edilmesi salvoları birbiri peşi sıra sökün etti. TSK bu salvolardan epeyi bir kan kaybetti. Devlete sızma öylesine hızlanmıştı ki, işte bu ikinci çizginin temsilcileri olan Amerikancı FETÖ yanlıları tasfiye edilenlerin yerlerine yerleştirildiler. Önce Truva atı yaklaşımıyla başlayan süreç genişleye, genişleye Türk Silahlı Kuvvetleri bünyesinde kurdukları kirli ve büyük bir örgütlenme ile 15 Temmuz 2016 darbe ve işgal girişimine kadar gelindi. Devleti içinde paralel devlet değil, adeta devleti dışarıda bırakmışlardı. Ancak, Türk Milleti, darbecilerin ele geçirmek istedikleri kritik yerlerde yaptıkları savunma ile kanları pahasına tarihi değiştiren bir destan yazdı. ABD bu sefer başaramamıştı.

  ABD bugüne kadar birçok komploya imza attı. Ama ABD’nin güneyimizde bir terör koridoru inşası her şeyin tuz biberi oldu. ABD bu sefer doğrudan Türkiye’nin bekasını hedeflemişti. Türkiye-Suriye sınırını, Afganistan-Pakistan sınırına çevirmeyi kafasına koymuştu. Bu meydan okumaya misliyle yanıt verildi. Sınırı duvarla örten Türkiye, Fırat Kalkanı ile terör koridorunu bir kama gibi kesmesini bildi. Cehennemi Türkiye’nin içine sokmaya kararlı ABD, YPG/PKK’ya binlerce TIR silah, araç ve gereç yardımı sonrası birden İdlip’teki El Nusra düşmanı kesilivermişti.

  Küresel düzeyde güçlü bir kamuoyu oluşturarak Türkiye’nin olası bir İdlip-Afrin Harekâtı’nı engellemeyi düşlüyordu Pentagon. Her ne pahasına olursa olsun terör koridorunu inşaya kararlı Pentagon, YPG/PKK’yla birlikte İdlip’e girme planları yaparken, TSK’nın İdlip’e müdahalesi her şeyi kursağında bıraktı. İşte başta vize krizi olmak üzere ABD’nin neredeyse stratejik ortağını bile gözden çıkarmasının perde arkası budur. Oyun içinde oyunun sistematiği budur. Bütün bunlardan sonra demem o ki Türkiye Cumhuriyeti ile ABD arasında bir ‘stratejik ortaklık’tan söz etmek artık pek mümkün görülmemektedir. TC-ABD görüşmelerinde ikide bir “müttefiklik, stratejik ortak edebiyatı” artık geçerli değildir. Şu kadarını da ilave etmek de yarar var, güven bunalımı öylesine son haddedir ki, artık bölgesel meselelerde bir beraberlik ya da bir yakınlıktan dahi bahsedilememektedir. Aksine, hangi meseleyi ele alırsanız, hemen hepsinde görüş ayrılıkları ve uyuşmazlıklar karşınıza çıkmaktadır.

  Türkiye için ‘Suriye PeKaKası’nın saf dışı edilmesi Suriye politikasının başlıca hedefi olurken, ABD için ‘Suriye PeKaKası’nın desteklenmesi NATO’nun bile önüne geçmiştir. Aylardan beri süren ikili müzakerelere karşın, Ankara ile Washington’u ortak bir noktada birleştirecek bir çözüm bulunamadığı gibi Türkiye hemen her seferinde ABD’nin kesin uyarılarıyla, ültimatomlarıyla karşı karşıya kalmıştır. Hem Obama’nın hem de Başkan Trump’ın dört yıl görev yapan ve 22 Aralık 2018 tarihinde istifa eden “DAİŞ’le Mücadele Özel Temsilcisi Brett McGurk”, Foreign Affairs için kaleme aldığı “Suriye’deki Acı Gerçekler” başlıklı makalesinde ABD ‘nin örgüte olan aşkını şu tümcelerle ifade etmektedir:

  “ABD askerleri Suriye’den çekilse bile, Türkiye’nin “Suriye PeKaKa”sına yönelik herhangi bir saldırı girişiminin ABD-Türkiye ilişkileri bağlamında ciddi sonuçlar doğuracağı Ankara’ya açık bir şekilde anlatılmalıdır.”

  Şimdi eğri oturup doğru konuşalım, meydan okumanın gelmiş olduğu boyuta bir bakar mısınız? ‘Suriye PeKaKası’nın organizatörü ve örgütten en çok plaket ve flama alan Kuzey Irak ve Suriye’deki yaygın adıyla İngilizlerin devşirmesi “Serok” McGurk’un, “ABD’nin Suriye’deki çıkarlarını korumak için özellikle İran’ın İsrail’e tehdit oluşturabilecek şekilde kuvvetlendirilmiş bir askerî varlığa erişmesine izin verilmemesi” betimlemesi ABD Silahlı güçlerinin ne kadar çok kullanılmaya açık olduğunu da tüm çıplaklığıyla ortaya koymaktadır.

  Gelelim “Filistin Meselesi”ne.  TC-ABD arasındaki en ciddi uyuşmazlıklardan birisi de İsrail Devleti içerisinde eritilmeye çalışılan Filistin Devletine her iki tarafın bakış açısıdır. ABD doğrudan İsrail yandaşlığı yaparken, TC bölgede iki devletli çözümü desteklemektedir. Bir başka deyişle, Türkiye Filistin davasını kendi misyonu olarak benimsemişken, ABD ‘Kudüs ve Golan’ ile ilgili kararlarında olduğu gibi, tamamen İsrail’in yandaşlığını yapmaktadır. Diğer bir uyuşmazlık ve anlaşmazlık konularından birisi de İran ile ilişkiler konusudur. ABD’nin İran’a uyguladığı ambargoya karşı olan Türkiye, İran’la iş yaptığı gibi, Astana çerçevesinde bölgesel iş birliği içinde bulunmaktadır.

  Ankara’yı Washington ile karşı karşıya getiren konulardan biri de, Suudi Arabistan ve Birleşik Arap Emirlikleri ile olan ilişkileridir. Bu alanda Ankara ve Washington’un görüşleri taban tabana zıt olduğu gibi, operasyonel etkinlik meydan okumasına kadar geldiği de müşahede edilmektedir. İran ve Rusya’nın desteğiyle Suriye rejimi yeniden toparlanmaya başlayınca AB(D) ve Trump tarafından Riyad’da oluşturulan “Kur’an’a” değil “Küreye El Basanlar”, bir başka deyişle ABD’nin rüzgarını arkasına alan çakma Arap NATO’su bloku, TC’ye bile komplolar yapabilecek bir irtifada uçmaya başlamıştır. Bu gidiş son derece tehlikeli bir durumu da dikte ettirmektedir. Bu durum, ABD ve İsrail’den sonra yıllardır, İran’da Birleşik Arap Emirlikleri için neden “Minik Şeytan” denildiğini doğrulamaktadır.

  Bir başka anlaşmazlık konularından birisi de Doğu Akdeniz çanağındaki enerjinin adil paylaşımı meselesidir. 2019 yılı Ocak ayında Kahire’de, İsrail, Güney Kıbrıs, Yunanistan, Filistin, İtalya ve Ürdün temsilcileri ile oluşturulan ”Doğu Akdeniz Gaz Forumu” Doğu Akdeniz çanağını enerji üssü olarak dizayn edilmesini ve bölgenin kaynaklarını kullanımında işbirliği yapılmasına Türkiye’yi dışarıda bırakacak biçimde bir meydan okumayı sergilemiştir. Bekleneceği üzere Doğu Akdeniz Gaz Forumu, ABD ve AB’den de ciddi destek almıştır. Diğer bir ifadeyle Türkiye hariç Doğu Akdeniz Ülkeleri doğal gaz konusunda birleşirken, ABD’den de “Türkiye’nin Kıbrıs Ekonomik Münhasır Bölgesi etrafında yapacağı sondaj faaliyetlerinin provokatif bir eylem olduğu ve durdurması gerektiği” şeklinde açıklamalar yapması, ABD ile TC arasındaki ciddi bir uyuşmazlık konusunu da gündeme taşımaktadır.

  Bir diğer önemli konu ise, Türkiye’nin kendi savunma sanayiini güçlendirmesi bağlamında, S-400’ler ve F-35’ler meselesindeki duyarlılığıdır. Dikkat edilecek olursa Türkiye’nin küresel boyuttaki diplomatik çıkışları da bu stratejinin bir parçası olduğu kadar bu yetenek ve role erişme amacının da bir göstergesidir.

  Sonuç olarak, bir kez daha görülmektedir ki, İran’la ipleri gittikçe geren Trump yönetiminin, John Bolton liderliğinde büyük bir felakete koştuğu ABD’li aktivist ve dil bilimci Prof. Dr. Noam Chomsky tarafından büyük bir ikaz ile ortaya konulmuştur. Kabul gören bir gerçek olarak söylenilenelebilir ki, dünya geneli, dünya barışına en büyük tehdit olarak ABD’yi görmektedir. Türkiye Cumhuriyeti, Trump gibi bir Cumhuriyetçi olan Bush’un “Saldırıda Ön Alma” (Pre-emptive Strike) öğretisini fütursuzca ve bütün kabalığıyla kendisi gibi düşünmeyen ülkeler için uygulamaktadır. Ülkemize ve dünyaya yaşatılan savaş tam tamlarının her gün biraz daha yükseldiği gerginliğin bir an evvel sona ermesi umudumuzdur. Evet, sevgili okurlar, devletlerarasındaki gerginlik belki bir günde bile sonlandırılabilir. Nihayet ilişkilerin temeli çıkardır, çıkar çatışmasıdır.

  Peki ya halklar? ABD’ye karşı gönlü kırılan mazlum ulusların kalbini kazanmak için onlarca yıl beklenilecektir.  Yaşadık, gördük. ABD’nin tek taraflı manevraları dünya halklarını öylesine bezdirmiştir ki, ABD’nin zihnindeki endişeden çok, dünya halkları ABD yönetimi hakkında endişeli bir bekleyişi sürdürmektedir. Dallas dizisindeki ünlü “JR” karakterinde belirginleşen “Çirkin Amerikalı” algısı Trump’la birlikte yeniden şekillenmiş ve amorf bir şekilde biçimlenmeye devam etmektedir. Ben de derim ki, günümüzde yaşanılan ve yaşattırılan ülkemizde ve dünyadaki ABD karşıtlığının müsebbibi başka yerlerde aranılmamalıdır. Chomsky’nin de dediği gibi, iş işten geçmeden öncelikle İran’la olan savaş gerginliği her ne pahasına olursa olsun durdurulmalıdır, sevgili okurlar.

Prof.Dr. Esat ARSLAN

YAZAR HAKKINDA