Logo
Çağ Üniversitesi
20.10.2025

ULUSLARIN GELECEKLERİNİ BİZZAT TAYİN ETME HAKKI

Prof. Dr. M.Tevfik ODMAN tarafından

GİRİŞ

Genellikle siyasi karışıklık, savaş ve savaş sonrası dönemlerde gündeme getirilen ulusların geleceklerini bizzat tayin etme hakkı (self-determination); özellikle uluslararası hukuk açısından, politik, sosyal ve birçok karmaşık etkileri bakımından hemen hemen tüm devletleri ilgilendiren bir konudur. Irak’ın Kuveyt’i işgali ve Körfez Savaşı sonrası ortaya çıkan durum, Filistin Kurtuluş Örgütü’nün yıllardan beri devam eden mücadelesi, Sovyetler Birliği’nin dağılması ve politik ortamda meydana gelen gelişmeler sonucunda bağımsızlığına kavuşan devletler arasında çatışmaların patlak vermesi; Yugoslavya, Bosna-Hersek, Azerbaycan, Ermenistan, Gürcistan ve Abhazya örneklerinde olduğu gibi hâlen devam eden iç karışıklıklar ve çatışmalar; ayrıca milliyetçilik hareketlerinin başat karakter kazanması, öte yandan etnik kökene bağlı ve dini nedenlerle çeşitli dünya devletlerinde ortaya çıkabilecek potansiyel çatışma ihtimali, self-determination hakkının günümüzde yeniden gündeme gelmesine ve tartışılmasına neden olmuştur. Bu hak-ilke, ilk kez Birinci Dünya Savaşı sonlarına doğru Amerika Birleşik Devletleri Başkanı Woodrow Wilson tarafından, sömürge sorunlarının hallinde sömürgeci devletler kadar sömürgelerin çıkarlarının da gözetilmesi gerektiği biçiminde ortaya atılmıştır. Sömürge haklarının korunması amacı ön planda tutularak sunulan bu hak, gerçekte Avrupa devletleri ile Osmanlı İmparatorluğu’nun etki alanını daraltmak, büyük sömürgeci devletleri zayıflatmak, dolayısıyla Amerika Birleşik Devletleri’nin ağırlıklı olarak içinde yer alacağı yeni dengeler oluşturmak amacını gütmekteydi. Bu nedenledir ki savaştan sonra, ra ülke iktisabına taraftar olanlarla buna karşı olanların görüşleri arasında bir ortak görüş olarak self-determination ilkesi, manda rejimine dönüştürülerek 1919 tarihli Milletler Cemiyeti Misakı’nın 22. maddesinde düzenlendi. Milletler Cemiyeti manda rejiminin kurulmasında, Güney Afrikalı General Smuts’un 1918 yılının Aralık ayında yayımladığı kitapçığın önemli etkisi olmuştur. Bu kitapçıkta, savaştan yenik çıkan devletlerden ayrılacak ülkelerin, kendi kendilerini idare edebilecek duruma gelinceye kadar galip devletler tarafından vekâleten idare edilmeleri öngörülüyordu. Manda rejiminin savaştan mağlup çıkan tüm devletlere uygulanması kabul edilmesine karşın, bu rejimin yalnızca Osmanlı İmparatorluğu’ndan ayrılan Filistin, Suriye, Lübnan ve Irak ile Almanya’dan ayrılan ülkelere ve sömürgelere uygulandığı gözlemlenmektedir.

ANLAMI

Tarihi gelişimi bu şekilde olan, ulusların kendi mukadderatlarını kendilerinin tayin etmesi gerektiği anlamındaki self-determination ilkesi, evrensel olarak ilk kez Birleşmiş Milletler Antlaşması’nda yer almıştır. Günümüzde bu ilke iki farklı anlamda yorumlanmakta ve bunun doğal sonucu olarak da birincisi iç hukuku, ikincisi ise uluslararası hukuku ilgilendirmektedir. İç hukuk bağlamında self-determination, devletlerin iç düzeni ile ilgili olup siyasal örgütlenmenin belirlenmesinde halkın iradesini engelleyecek veya etkileyecek hiçbir iç ve dış müdahalenin kabul edilmemesi anlamına gelir. Görüldüğü üzere bu anlamda self-determination, daha ziyade iç hukuku ilgilendirmekte; özellikle devlet ve hükümet biçimlerinin oluşmasında uluslara serbestlik tanınması olarak yorumlanmaktadır. Uluslararası hukuk çerçevesinde ise self-determination, bir ulusun bağımsız bir devlet kurmak veya başka bir devlete katılmak üzere, o zamana kadar içinde bulunduğu devletten ayrılma hakkı olarak ifade edilmektedir. Buna karşılık Rus Marksistleri, 27 Temmuz - 1 Ağustos 1896 tarihleri arasında Londra'da yapılan İşçi Partileri ve Sendikaları Sosyalist Enternasyonal Kongresi Kararı’nda, ulusların kendi kaderini tayin haklarını, kendi felsefeleri çerçevesinde ilk kez değişik biçimde ortaya koymuşlardır. Daha sonraları Marksistlerin programlarında da yer verdikleri bu hakkı, Lenin şöyle açıklamıştır: “Ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı, ancak siyasal anlamda bağımsızlık hakkını; ezen ulustan siyasal bakımdan özgürce ayrılma hakkını içerir.” Görüldüğü üzere, stratejik ve ekonomik prensiplerden çok politik bir ilke niteliği taşıyan ve etnik endişeler dışında, ulusların arzuları temel alınarak şekillenen self-determination ilkesi; Birinci Dünya Savaşı’ndan sonraki dönemde barış antlaşmalarında temel ilke olarak ileri sürülmüş olmakla birlikte, uluslararası pozitif hukukta kaynağını Birleşmiş Milletler Antlaşması’ndan bulmuştur.

SELF-DETERMINATION HAKKI İLE İLGİLİ ULUSLARARASI DÜZENLEMELER

İkinci Dünya Savaşı'nın insanlar üzerinde yarattığı büyük korku, dehşet ve katliamlar; gelecekte başka savaşların da patlak verme ihtimali konusunda insanları bilinçlendirmiş, sürekli barışın sağlanması için bir arayışa ve gerekli önlemlerin alınmasına sebep olmuştur. Bilindiği gibi bunun sonucunda Birleşmiş Milletler Antlaşması hazırlanmış ve self-determination ilkesine bu antlaşmada yer verilmiştir. Antlaşmanın 1. maddesinin 2. fıkrasında, “Milletlerarasında, milletlerin hak eşitliği prensibine ve kendi mukadderatlarını kendilerinin tayin hakkına saygı...” ifadesi yer almış, bu ifade antlaşmanın 55. maddesinde de yinelenmiştir. Ayrıca antlaşmanın “Muhtar Olmayan Ülkeler Hakkında Demeç” başlıklı XI. bölümünün 73. maddesiyle, “Milletlerarası Vesayet Rejimi” başlıklı XII. bölümünün 76. maddesinde de aynı ilkeden söz edilmektedir. Self-determination hak ve ilkesinin antlaşmada sıkça yer almasına karşın, bu ilkenin tanımına ve uygulanmasına açıklık getirilmediği görülmektedir. Bu bakımdan, moral planda yüksek değerini korumakla birlikte, bu hakkın kullanımının daha sonra kabul edilen karar, bildiri ve deklarasyonlarda uluslararası düzeyde sosyal ve siyasi istekler doğrultusunda bazı koşullara bağlı tutulduğu anlaşılmaktadır. Birleşmiş Milletler Antlaşması çerçevesinde, 10 Aralık 1948 tarihinde Birleşmiş Milletler Genel Kurulu tarafından insanlık ailesinin tüm üyelerinin vazgeçilemez ve devredilemez hak ve özgürlüklerini belirleyen ve bunlara karşı saygı gösterilmesini ve güvence altına alınmasını amaçlayan “İnsan Hakları Evrensel Bildirisi” kabul edilmiştir. İnsan hak ve özgürlüklerindeki bu gelişmeler sonucunda, Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nun 1960 yılında kabul ettiği 1514 (XV) sayılı “Sömürge İdaresi Altındaki Ülkelere ve Halklara Bağımsızlık Verilmesine İlişkin Bildiri” ile bütün halkların kendi geleceklerini bizzat tayin etme hakları bulunduğu; bu hak uyarınca halkların sosyo-ekonomik ve siyasal statülerini serbestçe tayin edebilecekleri, kültürlerini geliştirebilecekleri hüküm altına alınmış; böylece self-determination ilkesine anlam ve kapsam olarak açıklık getirilmiştir. Daha sonra bu bildirinin yürürlüğe girmesi ile ilgili gecikmelerden kaynaklanan sakıncaları önlemek amacıyla, Genel Kurul 13 Aralık 1966 tarih ve 2189 (XXI) sayılı “Sömürgeciliğin Son Bulmasına İlişkin Karar” ile bazı tavsiyelerde bulunmuştur. Bu kararın 7. maddesinde, sömürgecilik boyunduruğu altında olan halkların self-determination hakkını kullanmak ve bağımsızlıklarını elde etmek için giriştiği mücadele, “legitimate struggle” – yasal mücadele olarak değerlendirilmiş; ayrıca tüm devletlerin bu tür ülkelerdeki ulusal kurtuluş hareketlerine maddi ve manevi yardımda bulunmaları gerektiği üzerinde durulmuştur. Diğer taraftan, İnsan Hakları Komisyonu’nun uzun süren çabaları sonucunda hazırlamış olduğu: “Kişisel Hak ve Siyasal Haklar Uluslararası Sözleşmesi” (International Covenant on Civil and Political Rights) “Ekonomik, Toplumsal ve Kültürel Haklar Uluslararası Sözleşmesi” (International Covenant on Economic, Social and Cultural Rights) başlıklı sözleşmeler, Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nun XXI. döneminde, 16 Aralık 1966 tarihinde kabul edilmiş; böylece self-determination ilkesi tam anlamıyla uluslararası hukuk ve dünya kamuoyuna mal edilmiştir. 24 Ekim 1970 tarihli Birleşmiş Milletler Deklarasyonu’nda da tüm ulusların geleceklerini bizzat tayin etme ve bunun için mücadele etme hakkı kabul edilmiş; her devletin bu hakka saygı duyması, söz konusu hakkın uygulanması için çaba harcaması ve bunun için uluslararası iş birliği ve dostluk ilişkilerini güçlendirmesi ve Birleşmiş Milletler’i desteklemesi gerektiği ifade edilmiştir. Bu deklarasyonda, söz konusu hakkın kullanılması belirli şartlara bağlanmıştır. Nitekim bu hakkın yalnızca koloni veya vesayet altında bulunan uluslar tarafından kullanılabileceği belirtilmiş; ırk, din, renk farkı gözetmeyen bağımsız bir devletin toprak bütünlüğü ve egemenlik haklarını bozmak için bu hakkın kullanılamayacağı hükme bağlanmıştır. Her devletin, başka devletlerin millî birliğini ve toprak bütünlüğünü kısmen veya tamamen bozacak eylemlerden sakınması gerektiği üzerinde önemle durulmuştur.

AVRUPA GÜVENLİĞİ VE İŞ BİRLİĞİ SÜRECİ

Avrupa’da güvenlik ve iş birliğini sağlamayı amaçlayan konferanslar Eylül 1972’de Helsinki’de başlatılmış ve konferans çalışmaları sonucunda hazırlanan Helsinki Nihai Senedi, aralarında Türkiye’nin de bulunduğu otuz üç Avrupa ülkesi ile Amerika Birleşik Devletleri ve Kanada’nın katılımıyla toplam otuz beş ülke tarafından 1 Ağustos 1975 tarihinde imzalanmıştır. İmzacı ülkeleri bağlayıcı hukuksal bir yapıya sahip olmayan; buna karşılık moral ve siyasi etkinliği yüksek olan bu senet, uluslararası belgelerde daha önce yer alan insan hak ve özgürlükleriyle ilgili on temel ilkeyi içermektedir. Bu ilkelerden sekizincisi, hakların eşitliği ve kendi kaderlerini belirleme hakkını düzenlemekte; Birleşmiş Milletler Antlaşması’nın amaçları ve ilkeleriyle devletler hukukunun, devletlerin ülke bütünlüklerine ilişkin kurallarını da kapsamak üzere ilgili kurallar uyarınca saygı gösterilmesi zorunluluğuna işaret etmektedir. Böylece söz konusu senet, üçüncü ilke olan sınırların dokunulmazlığı ile dördüncü ilke olan devletlerin ülke bütünlüğünün korunması ilkelerine; hakların eşitliği ve kendi kaderlerini belirleme hakkından daha önce yer vermek suretiyle, bu iki hakkın önceliğini ve önemini vurgulamaktadır. Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Konferansı (AGİK) süreci, 19-21 Kasım 1990 tarihlerinde Paris’te yapılan konferansta imzalanan Yeni Bir Avrupa İçin Paris Şartı ile değişik konuları da içerir biçimde yeni boyutlar kazanmıştır. Bununla birlikte, bu Şart'ta da Helsinki Nihai Senedi’nin on ilkesine atıfta bulunulmuştur. Metinde şu ifadelere yer verilmiştir: "Uluslarımızı özlemlerine uygun bir şekilde yaşamaya muktedir kılmak için şimdi başlayacağımız girişimlerin temeline tüm AGİK taahhütlerinin eksiksiz uygulanması teşkil etmelidir. "Bu ifadeyle self-determination dahil olmak üzere Helsinki ilkeleri çerçevesinde taraf devletlerin üstlendiği tüm yükümlülüklerin tam anlamıyla yerine getirilmesi gerektiği vurgulanmıştır. Ancak bu beyan, self-determination hakkının sınırların dokunulmazlığı ve ülke bütünlüğünün korunması ilkeleriyle çatışmayacak şekilde kullanılması gerektiği anlayışını değiştirmemektedir.

VİYANA DEKLARASYONU, CENEVRE SÖZLEŞMESİ VE SELF-DETERMINATION – TERÖRİZM İLİŞKİSİ

Self-determination hakkının kullanımıyla ilgili kavrama açıklık getiren en yeni ve önemli belgelerden biri, 1993 tarihli Dünya İnsan Hakları Viyana Deklarasyonu ve Eylem Programıdır. Dünya İnsan Hakları Konferansı’nda, Birleşmiş Milletler Antlaşması’nın 55. ve 56. maddelerine atıf yapılarak, self-determination hakkının önemi bir kez daha vurgulanmıştır. Bu hakkın ihlâl edilemeyeceği ve devredilemeyeceği açık bir şekilde ifade edilmiştir. Bununla birlikte, hakkın kullanımına ilişkin belirli kıstaslar da belirlenmiştir. Konferansın sonunda, 25 Haziran 1993 tarihinde yayımlanan Viyana Deklarasyonu ve Eylem Programı’nın II. Bölüm I. paragraf ekinde, self-determination hakkının yalnızca şu durumlarda geçerli olduğu açıkça belirtilmiştir: Sömürge altında bulunan halklar, Yabancı işgal ya da istibdat (baskıcı yönetim) altında yaşayan halklar. Deklarasyonda ayrıca şu önemli husus vurgulanmıştır: Bu hak, self-determination ve eşit haklar ilkesini onaylayan egemen ve bağımsız devletlerin parçalanması veya bozulması yönünde kullanılamaz. Bu bağlamda dikkat çeken bir diğer önemli değişiklik, "legitimate struggle" (yasal mücadele) ifadesinin, bu deklarasyonda "legitimate action" (yasal eylem) biçiminde değiştirilmiş olmasıdır. Bu değişikliğin nedeni, "mücadele" kavramının geniş anlamda yorumlanarak terörizmi de kapsayabilecek şekilde kullanılmasıdır. Böylece, bazı yasa dışı ve şiddet içeren eylemlerin self-determination hakkı kapsamında meşru gösterilme çabalarının önüne geçilmek istenmiştir. Bu değişiklikle, self-determination ile terör arasında kurulmak istenilen ve zaman zaman var olduğu öne sürülen bağ uluslararası belgelerde resmen reddedilmiştir.

CENEVRE SÖZLEŞMELERİ VE EK PROTOKOL

Self-determination hakkını dolaylı biçimde açıklayan önemli belgelerden biri de, uluslararası silahlı çatışmalarda savaş kurbanlarının korunmasına ilişkin 12 Ağustos 1949 tarihli Cenevre Sözleşmelerine eklenen 1 Numaralı Ek Protokoldür. Anılan protokolün I. bölümünün 1. maddesinin 4. fıkrasına göre: “İstilacılara, yabancı işgale ve ırkçı rejimlere karşı self-determination hakkını uygulamak amacıyla mücadele eden halkların mücadelesi, uluslararası silahlı çatışma kabul edilir. ”Bu düzenleme, yalnızca: İstila, Yabancı işgal, Irkçı rejimlere karşı verilen mücadeleleri kapsar. Dolayısıyla, bu üç unsurun bulunmadığı bir durumda, self-determination hakkına dayalı silahlı bir mücadelenin meşruluğundan bahsetmek mümkün değildir.

SONUÇ

Tüm bu anlatımlardan anlaşılmaktadır ki; bir devletin maddi unsurlarını oluşturan ve o ülke sınırları içerisinde yaşayan farklı kökenlerden gelen topluluklar, sadece bu köken farklılıklarını ileri sürerek self-determination (kendi kaderini tayin) hakkına dayanarak bağımsızlık talebinde bulunamazlar. Buna karşılık, bu toplulukların self-determination hakkı yerine, kendilerine özgü temel hak ve özgürlüklerin tanınması, korunması ve geliştirilmesi hakkına sahip oldukları kabul edilmelidir. Bunun nedeni, başta Birleşmiş Milletler Antlaşması’nın 2. maddesi olmak üzere, hemen hemen tüm uluslararası belgelerde devletlerin sınırlarının ve ülke bütünlüklerinin korunmasının esas alınmış olmasıdır. Dolayısıyla dünya haritasında yerini almış ve uluslararası toplumun bir üyesi olmuş devletlerin parçalanmalarına karşı çıkılmaktadır. Evrensel İnsan Hakları Bildirisi’nde yer alan: Dil, Irk, Renk, Cinsiyet, Siyasi ve felsefi inanç, Din ve mezhep gibi unsurlar üzerinden herhangi bir ayrım yapılmaksızın eşitlik ilkesini uygulayan, farklı köken ve kültürleri bünyesinde bir bütün olarak birleştiren ve yaşatan devletlere karşı, bu devletlerin bireyleri tarafından self-determination hakkının ileri sürülmesi olanaksızdır. Bu nedenle, sömürge altında olmayan, istila ya da işgal altında bulunmayan, bir ulusun tamamını oluşturan topluluklardan birinin self-determination hakkı yoktur. Bu topluluğun devlete karşı faaliyetlerde bulunması hâlinde ise, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin 15. maddesinde belirtildiği gibi, devletin, ulusun varlığını tehdit eden bu tür tehlikenin boyutuna göre sözleşmedeki yükümlülüklere aykırı tedbirler alma hakkı doğmaktadır. Sonuç olarak; insanlara olduğu kadar onların temel hak ve özgürlüklerinin korunması, geliştirilmesi ve yüceltilmesi amacıyla kurulmuş ve var olan uluslara ve devletlere de saygı gösterilmesi, bunların bütünlüklerinin korunması — küreselleşen dünyada — belki de insanlık için en önemli görevlerden biri olarak karşımıza çıkmaktadır.

Kaynakça:

Odman, M. T. (1994). Ulusların geleceklerini bizzat tayin etme hakkı (Self-determination). Silahlı Kuvvetler Dergisi, 113(341), 3–6.

Prof. Dr. M.Tevfik ODMAN

YAZAR HAKKINDA