Logo
Çağ Üniversitesi
17.09.2025

DOĞU’YA KAYAN GÜÇ DENGESİ: ŞİÖ TİANJİN ZİRVESİ VE ÇİN’İN 80. YIL GEÇİT TÖRENİ “ŞİÖ Platformunda Batı’ya Alternatif Düzen Tasarımı”

Prof. Dr. Murat KOÇ tarafından

Giriş

2025 yılında Çin’in Tianjin kentinde düzenlenen 25. Şanghay İş Birliği Örgütü (ŞİÖ) Devlet Başkanları Konseyi Zirvesi ve hemen ardından Pekin’de yapılan İkinci Dünya Savaşı zaferinin 80. yıl askerî geçit töreni, uluslararası sistemde güç dengesinin Doğu’ya kaydığına dair çarpıcı işaretler vermiştir. Bu iki etkinlik, Soğuk Savaş sonrası kurulmuş Batı merkezli düzenin sarsıldığı, çok kutuplu yeni bir küresel saflaşmanın şekillendiği bir dönemeçte gerçekleşmiştir. Zirvede Çin Devlet Başkanı Şi Cinping, Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin ve Hindistan Başbakanı Narendra Modi gibi liderlerin bir araya gelişiyle ortaya çıkan görüntüler, küresel ittifak ilişkilerinin yeniden tanımlandığı yeni bir dönem hakkında güçlü mesajlar iletmiştir. Aynı şekilde Pekin’de modern silah sistemleriyle gerçekleştirilen görkemli askeri geçit töreninde Şi Cinping’in Putin ve Kuzey Kore lideri Kim Jong-UN’la yan yana görünmesi, Batı’ya karşı meydan okuyan bir birlikteliğin sembolü olarak dikkat çekmiştir. Söz konusu zirve ve kutlamalardan çıkan mesajlar küresel güç dengelerini, çok kutupluluğun yükselişini ve alternatif küresel yönetişim arayışlarını net bir biçimde ortaya koymuştur.

KÜRESEL GÜÇLER DENGESİ VE ÇOK KUTUPLULUĞUN YÜKSELİŞİ

Soğuk Savaş sonrası Batı öncülüğündeki düzen[1], 21. yüzyılın üçüncü on yılına girerken ciddi sınamalarla karşı karşıya. ABD ve Avrupa Birliği’nin küresel ekonomide ve güvenlik mimarisindeki baskın konumu giderek aşınırken, Çin, Hindistan gibi Asya merkezli güçler ve diğer yükselen ekonomiler ağırlık kazanmaktadır. Geleneksel kuzey-güney hiyerarşileri sorgulanmakta, küresel Güney ülkeleri uluslararası sistemde daha fazla söz sahibi olmayı talep etmektedir. Nitekim son yıllarda BRICS, ŞİÖ gibi oluşumların ivme kazanması, Batı dışı dünyada yeni bir çok taraflılık arayışının ifadesi olarak görülmektedir. Örneğin, dünya nüfusunun %40’ından fazlasını ve küresel ekonominin yaklaşık %23’ünü barındıran ŞİÖ ve benzeri oluşumlar, gelişmekte olan ülkelerin kendi seslerini duyurma çabasının bir parçasıdır. Bu gelişmeler, tek kutuplu ABD hegemonyasından çok kutuplu güç dağılımına geçişin hızlandığını göstermektedir.

Çin Devlet Başkanı Şi Cinping’in Tianjin Zirvesi’nde vurguladığı gibi, “küresel yönetişim yeni bir yol ayrımına ulaşmıştır” ve uluslararası düzenin geleceği için çok taraflılığın yeniden tanımlanması gerekmektedir. Şi, tek taraflı yaptırımlara ve baskı politikalarına karşı çıkarak “hakiki çok taraflılık” çağrısında bulunurken aslında, gelişmekte olan güçlerin Batı merkezli kurum ve kurallara alternatifler oluşturma eğilimini vurguluyordu. Nitekim Soğuk Savaş sonrasında ABD öncülüğünde kurulan Birleşmiş Milletler, IMF, Dünya Bankası gibi kurumlar uzun süre baskın olsa da son dönemde Çin, Hindistan, Brezilya, Güney Afrika gibi ülkelerin yükselişi “çok taraflılığın çeşitlenmesine” yol açmıştır. BRICS, ŞİÖ gibi yapılar bu yeni çok kutuplu düzen arayışının somut örnekleridir.

Öte yandan, Avrupa’nın göreli güç kaybı ve kendini uyarlamadaki zorlukları da bu dengenin parçasıdır. Avrupa Birliği, stratejik özerklik arayışına rağmen bölünmüş stratejiler ve yetersiz angajman nedeniyle özellikle Hint-Pasifik’te etkisini yitirme riskiyle karşı karşıya. Nitekim Hindistan Dışişleri Bakanı S. Jaishankar’ın “Avrupa, Avrupa’nın sorunlarının dünya sorunları olduğunu düşünüyor ama dünyanın sorunlarının Avrupa’nın sorunu olmadığını sanıyor” şeklindeki eleştirisi, küresel Güney’de yaygın bir algıyı yansıtmaktadır. Bu koşullarda, Asya-Pasifik’in hızla güç merkezine dönüşmesi ve bölge ülkelerinin ittifaklarını yeniden kalibre etmesi Avrupa’nın küresel ağırlığının göreceli olarak azalmasına neden olmaktadır.

Sonuç olarak, küresel güç dengesi Doğu’ya ve Güney’e doğru kayarken, bu durum Batı açısından kendi kurduğu düzene yönelik bir meydan okuma olarak görülmektedir. Çok kutuplu düzen, basit bir Doğu-Batı ikiliğinden ziyade farklı çıkar gruplarının ve bölgesel güç merkezlerinin öne çıktığı karmaşık bir yapıdadır. Bu bağlamda Çin ve Rusya’nın başı çektiği Avrasya odaklı işbirliği çabaları[2], Batı dışı bir dünya düzeni inşası yönünde önemli bir adım teşkil etmektedir.

KÜRESEL YÖNETİŞİMDE REKABET: ALTERNATİF ÇOK TARAFLILIĞIN DOĞUŞU

Mevcut uluslararası kurumlar ve normlar etrafında süren rekabette, Çin ve müttefikleri “kurallara dayalı düzen” söylemine karşı alternatif bir çok taraflılık modeli[3] sunmaktadır. Tianjin’deki ŞİÖ Zirvesi, bu rekabetin simgesi haline gelmiştir. ŞİÖ, ilk kurulduğu 1996 yılındaki “Şanghay Beşlisi” döneminde sınır güvenliği ve bölgesel istikrar odaklıyken zamanla ticaret, yatırım, altyapı ve kültürel işbirliği gibi geniş alanları kapsayan bir platforma dönüştü. Çin, ŞİÖ’yü sadece bir güvenlik örgütü değil, küresel yönetişimde Batı dışı bir model olarak sunmaya çalışmaktadır. Bu çerçevede Pekin, kendi liderliğini öne çıkarmak ve İkinci Dünya Savaşı sonrası şekillenen ABD ağırlıklı kurumlara meydan okumak üzere çeşitli inisiyatifler geliştiriyor. Örneğin Şi Cinping, Tianjin’de “Küresel Yönetişim İnisiyatifi”[4] adıyla yeni bir çerçeve ortaya attı ve Çin’in liderlik ettiği politika söylemleri serisine bir yenisini ekledi. Bu tür girişimler, 1945 sonrası oluşan uluslararası organizasyonlara (BM, IMF vb.) alternatif veya onları tamamlayıcı yeni mekanizmalar geliştirme amacını taşıyor.

ŞİÖ: Batı’ya Alternatif Bir Çok Taraflılık mı? 1990’lardan sonra ABD’nin öncülük ettiği tek kutuplu sistemde dışlanan veya ikinci planda kalan ülkeler, ŞİÖ ve benzeri yapılar aracılığıyla kendi seslerini duyurma olanağı buldu.

Nitekim Putin, Tianjin Zirvesi’nde ŞİÖ’yü överek örgütün “gerçek çok taraflılığı yeniden canlandırdığını” ve üyeler arası ticarette ulusal paraların kullanımının arttığını belirtti. Bu eğilimin, Avrasya’da yeni bir istikrar ve güvenlik sistemi oluşturmanın zeminini hazırladığını vurguladı. Putin’e göre bu yeni güvenlik sistemi, NATO gibi Euro-Atlantik modellerden farklı olarak geniş bir ülke yelpazesinin çıkarlarını gözeten, dengeli bir yapı olacak. Böylece Rusya-Çin ekseni, Batı ittifaklarına alternatif kurumsal ve normatif düzen arayışını açıkça dile getirmiş oldu.

Çin tarafında da benzer şekilde, ABD’nin oluşturduğu kurumları dengeleme çabası öne çıkıyor. Şi Cinping, zirvede somut adım olarak ŞİÖ Kalkınma Bankası kurulmasını önerdi. Bu girişim, blok içi finansmanı dolar ve ABD yaptırım sisteminin etkisinden bağımsız hale getirme hedefiyle örtüşmektedir. Nitekim analistler, uzun süredir konuşulan bu bankanın, ABD dolarını bypass eden alternatif bir ödeme sistemi inşa etme amacına hizmet edeceğini vurguluyor. Buna paralel olarak Pekin yönetimi, üye ülkelere 2 milyar Yuan hibe ve 10 milyar Yuan kredi vaadinde bulunarak ŞİÖ çatısı altında ekonomik bağları kuvvetlendirmeye çalıştı. Ayrıca Çin, yapay zekâ işbirliği merkezi kurulması ve ay araştırma istasyonuna ŞİÖ üyelerinin davet edilmesi gibi yüksek teknoloji ve uzay alanlarında da ağını genişletmeye yönelik tekliflerde bulundu. Tüm bu adımlar, Batı’nın finans ve teknoloji üstünlüğüne karşı Çin’in alternatif bir çekim merkezi yaratma stratejisi olarak okunabilir.

Ancak bu yeni çok taraflılık arayışının sınırları ve çelişkileri de yok değil. ŞİÖ gibi platformlar üzerinden verilen birlik ve işbirliği görüntüsüne karşın, içeride ciddi ayrışmalar mevcuttur. Örneğin, Hindistan ve Çin gibi örgütün iki büyük üyesi bir yandan ŞİÖ çatısı altında görüntü verse de aralarında çözülmemiş sınır ihtilafları ve güvensizlik bulunmaktadır. Hindistan ve Pakistan sürekli ihtilaf halindeki iki nükleer güç olarak aynı masada oturmakta, ancak terörizm gibi konularda birbirlerini suçlamaya devam etmektedir. Hatta Hindistan, Temmuz 2025’te Pakistan kaynaklı terör saldırılarının kınanması konusunda mutabakat sağlanamayınca ŞİÖ savunma bakanları toplantısı sonuç bildirgesini imzalamayı reddetmiştir. Bu tür örnekler, ŞİÖ bünyesinde gerçek bir politika uyumu sağlanmasının güçlüğünü ortaya koymaktadır.

Özetle, küresel yönetişim rekabetinde Çin ve Rusya’nın öncülüğünde kurallara dayalı uluslararası düzene meydan okuyan yeni bir anlatı gelişmektedir. Bu anlatı, Batı’ya karşı “hakiki çok taraflılık” söylemi, dolar yerine ulusal paralarla ticaret, yaptırımların etrafından dolaşan finans mekanizmaları ve teknolojik-askeri alanlarda yakın işbirliği gibi unsurlarla şekilleniyor. Ancak içerideki stratejik çıkar farklılıkları ve güven eksikliği nedeniyle, bu alternatif düzen arayışı henüz kağıt üzerindeki deklarasyonların ötesine geçmekte zorlanmaktadır. Çin için görüntü ve sembolizm somut içerikten daha önemli görünmektedir – zira Tianjin’de birçok gözlemciye göre asıl başarı, farklı bölgelerden liderleri bir araya getirip Pekin’in etrafında fotoğraf vermelerini sağlamak olmuştur. Bu, Pekin’e “alternatif çok taraflılığın merkezi” rolünü oynama imajını kazandırırken, katılımcı ülkelere de Batı’ya bütünüyle bağımlı olmadıklarını gösterme fırsatı sunmuştur.

ŞİÖ’NÜN GENİŞLEMESİ VE İÇSEL SINAMALAR

Şanghay İş Birliği Örgütü, son genişlemelerle birlikte dünyanın en büyük bölgesel örgütlerinden biri haline gelmiştir. Kuruluşunda Çin, Rusya ve Orta Asya cumhuriyetlerini kapsayan ŞİÖ’ye 2017’de Hindistan ve Pakistan, 2023’te İran, 2024’te Belarus tam üye olarak katıldı. Böylece üye sayısı 10’a yükselirken, gözlemci ve diyalog ortağı statüleriyle birlikte toplam 26 ülkenin dahil olduğu, coğrafi kapsamı son derece geniş bir yapı ortaya çıktı. Nüfus ve yüzölçümü bakımından bakıldığında, ŞİÖ üyesi ülkeler dünya nüfusunun yaklaşık %40’ını, karalarının %60-80’inde yer almaktadır. Bu haliyle örgüt, kağıt üstünde son derece etkileyici bir potansiyele işaret etmektedir. Nitekim Çin lideri Şi, “ŞİÖ, üye, gözlemci ve diyalog ortağıyla dünyanın en geniş bölgesel örgütü haline geldi” diyerek bu büyüklüğe dikkat çekmiş; örgüt bünyesinde 50’den fazla alana yayılan işbirliğinin yaklaşık 30 trilyon dolarlık bir değer yarattığını ifade etmiştir (Çin kaynaklarına göre).

Örgütün derinliği ve bütünlüğü tartışmalı olsa da Rusya’nın Çin karşısında “hammadde tedarikçisine dönüşerek Pekin’in iradesine bağımlı bir vasala dönüştüğü” yönünde sert eleştiriler getirilse de, Çin ekonomik-finansal liderliğini dayatsa da, ŞİÖ üyelerinin çoğu Batı ile bağlarını koparmış değillerse de; gri bölgede duran aktörlerin[5] varlığı nedeniyle ŞİÖ’nün genişlemesi Çin ve Rusya’ya önemli stratejik avantajlar da sağlıyor. Her şeyden önce, Pekin ve Moskova bu platform sayesinde küresel sahnede yalnız olmadıklarını, önemli ortakları bulunduğunu göstermeyi başarıyorlar. Tianjin Zirvesi’nde 20’den fazla ülkenin liderinin Çin’de bir araya gelmesi bile başlı başına Pekin için bir diplomatik zafer olarak değerlendirildi. Çinli gözlemciler, “ABD Başkanı Trump ve kurmayları, tarifelerle Çin, Hindistan veya Rusya’yı boyun eğdirmeyi düşündülerse, Tianjin’deki görüntüler bunun aksini söylüyor” yorumunu yapıldı. Gerçekten de Modi, Putin ve Şi’nin samimi bir şekilde üçlü fotoğraf vermesi, ABD’nin uyguladığı baskı politikalarının bu ülkeleri birbirine daha da yakınlaştırdığını tüm dünyaya gösterdi. Bu sayede ŞİÖ, “Batı yokken tüm bu ülkeler bir arada toplanabiliyor” görüntüsüyle yeni bir küresel güç merkezi algısını pekiştirmiş oldu.

Bu durum özellikle iç kamuoyu ve küresel Güney nezdinde önem taşıyor. Çin ve Rusya, ŞİÖ gibi mekanizmaları meşruiyet kazanma ve söylem üstünlüğü sağlama aracı olarak da kullanıyor. Örneğin, Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri António Guterres’in Tianjin Zirvesi’ne katılımı Pekin’e ayrı bir prestij kattı; Şi Cinping açılış konuşmasında BM’nin rolüne vurgu yaparak çok taraflılığı desteklediğini söyledi. Ancak hemen akabinde Çin’in bu çok taraflılığa seçici yaklaştığı not edildi: Pekin, küresel kuralları işine geldiğinde destekleyip, gelmediğinde (Güney Çin Denizi kararı, Tayvan meselesi veya Batı yaptırımları gibi) reddediyor. Yine de ŞİÖ çerçevesi, Çin’e kendi küresel hırslarını sunma zemini sağlıyor; önceki zirvelerde kâğıt üzerinde kalan birçok karar olsa bile bu platform, üyelere Batı dışındaki opsiyonları gösterme işlevi görüyor.

Sonuç olarak, ŞİÖ’nün genişlemesi, Avrasya ve küresel Güney’de Batı’ya alternatif bir çekim merkezi oluştuğu algısını kuvvetlendirmiştir.

KÜRESEL GÜNEY-BATI REKABETİ VE ABD’NİN ROLÜ

Tianjin Zirvesi ve devamındaki gelişmeler, küresel Güney ile Batı arasındaki rekabetin belirginleştiğini ortaya koymaktadır. Çin, Rusya, Hindistan, İran, Suudi Arabistan, Mısır gibi ülkelerden oluşan gevşek bir “küresel Güney” cephesi, kendini Batı blokunun karşısında konumlandırmak yönünde adımlar atıyor. Bu cephe mutlak bir birlik olmaktan uzaksa da ortak payda, Batı hegemonyasına meydan okuma ve daha adil temsil talebi olarak özetlenebilir.[6]

Pekin’deki askeri geçit törenine katılan liderlerin profili bu ayrımı netleştirir nitelikteydi: Rusya ve Kuzey Kore liderleri, Myanmar cuntasının başı, Küba Devlet Başkanı, Kongo DC ve Zimbabve gibi Afrika ülkelerinin liderleri törende hazır bulunurken; Hindistan, Mısır gibi ABD ile yakın bağları olan ülkeler törende üst düzey temsilci bulundurmayıp ayrılmayı tercih ettiler. Batı dünyasından ise sadece Sırbistan Cumhurbaşkanı Aleksandar Vučić ve Slovakya Başbakanı Robert Fico (ikisi de Rusya’ya yakınlığıyla bilinir) törene katıldı. Bu tablo, Batı-Doğu ayrışmasının sembolik bir yansıması olarak algılandı. Hatta Slovakya’da muhalif medya, Başbakan Fico’nun Pekin’de “Lukaşenko, Kim Jong-un ve Putin gibi diktatörlerle aynı safta görünmesinin” ülkeyi Batı’dan izole ettiği yönünde eleştirilerde bulunmuştur.

Küresel Güney söylemi, Çin ve Rusya tarafından Batı’ya karşı önemli bir araç olarak kullanılmaktadır. Çin Devlet Başkanı Şi Cinping, bu zirveyi ve töreni küresel Güney ülkelerine seslenmek için kullandı. La Stampa gazetesinin analizine göre, Pekin yönetimi diplomasi ve güç gösterisini aynı anda sergileyerek “küresel dünya düzeninin artık salt Batı’da şekillendirilmediğini” dünyaya ilan etmek istedi. Şi, Çin’i savaş sonrası düzenin (1945 sonrası düzenin) “hamisi” olarak sunarken, bu kimliğini hem tarihsel mirasa hem de güncel meşruiyete dayandırdı. Başta Asya, Afrika ve Latin Amerika’daki gelişmekte olan ülkelere, Çin’in istikrar sağlayıcı bir güç olduğu mesajını verdi. Zirvenin hemen ardından zafer geçidi töreninin yapılması da tesadüf değildi; Çin, 1945’te Japonya’ya karşı kazanılan zaferi anarak, bunu bugüne yönelik siyasi bir mesaja dönüştürdü: Bu mesaj, “1945’te kurulan düzenin devamı olarak Tayvan üzerindeki hâkimiyetinin teyidi” şeklinde okunabilir. Zira Çin, İkinci Dünya Savaşı sonunda Japon işgalinden kurtarılan Tayvan’ın kendi egemenlik haklarının parçası olduğunu tarihsel bellek üzerinden hatırlatıyor. Geçmişte dünya düzeninin belirleyici bir aktörü olduğunu, bugün de büyük bir güç olarak dünyanın geleceğini şekillendirmede söz sahibi olmak istediğini bu yolla ortaya koyuyor.

ABD’nin politikaları, bu saflaşmada hızlandırıcı bir etken olmuştur. Özellikle Donald Trump yönetiminin izlediği agresif ve tek taraflı tutumlar, birçok ülkeyi Çin liderliğindeki oluşumlara yöneltmiştir. Örneğin Trump, 2025 yılında Hindistan’ın Rusya’dan petrol alımına tepki olarak bu ülkeye %50’ye varan gümrük tarifeleri getirmiş ve Washington-Yeni Delhi ilişkileri tarihinin en düşük seviyelerinden birine inmiştir. Bu durum, Hindistan’ı stratejik hesaplarını yeniden yapmaya itmiş; neticede Modi, yıllar sonra ilk kez Çin’deki ŞİÖ zirvesine katılma kararı almıştır. Al Jazeera analizine göre Trump’ın %50 tarifeleri, Hindistan’ı Pekin ve Avrasya’daki diğer aktörlerle daha güçlü ortaklıklar aramaya zorlayarak Çin-Hindistan yakınlaşmasını hızlandırmıştır. Dahası, Trump’ın uluslararası kurumlara mesafeli ve müttefiklere bile karşı yaptırım tehditleri içeren yaklaşımı, pek çok ülkeyi “ABD’nin kollarından Çin’in kollarına itmiştir”. Danimarka’nın Berlingske gazetesinde çıkan bir yorum, ABD’nin küresel ekonomi sahnesinde “komünist bir diktatörlükten bile daha saldırgan” davranması halinde bazı ülkelerin Çin liderliğini ABD’ye tercih etmesinin şaşırtıcı olmadığını belirtiyor. Yorumda “bunu yavaş yavaş fark etmeye başlasak da, bu durum dünya için tam bir felaket” denilerek Trump’ın yanlış politikalarının tam tersi etki yarattığı vurgulanıyor. Hatta aynı yazıda “Trump, ABD ve Batı karşıtı devletlerin aynı eksende buluştuğu bir dünya düzeni yarattı” ifadesi kullanılarak, Trump’ın küresel ayrışmayı körüklediği ileri sürülmüştür.

Nitekim Guardian gazetesinin analizinde, Pekin’deki Xi-Putin-Kim buluşmasının Batı’ya “asabî bir başkaldırı mesajı” olarak görüldüğü ve Trump’ın buna sosyal medyada anında tepki verdiği belirtiliyor. Trump, Truth Social hesabında Şi’ye “Çin’in muhteşem halkına harika bir kutlama günü dilerim” dedikten sonra alaycı biçimde “Lütfen Vladimir Putin ve Kim Jong-un’a en sıcak selamlarımı ilet, ABD’ye karşı komplo kurarken” diyerek üçlüyü ABD’ye karşı komplo yapmakla suçladı.

Kremlin ise bu suçlamayı reddedip “kimse bir şey planlamıyor” açıklaması yaptı. Ancak Avrupa kanadı da kaygılıydı: Kaja Kallas, üç liderin buluşmasını “kurallara dayalı uluslararası sisteme doğrudan bir meydan okuma” olarak niteledi ve bunun sadece sembolik olmadığını, “Rusya’nın Ukrayna savaşının Çin’in desteğiyle sürdürülebildiğini” ifade etti. Bu tepkiler, Batı cephesinde yeni eksenleşmenin rahatsızlıkla izlendiğini gösteriyor.[7]

Trump yönetiminin sert hamlelerinin sonucunda bazı geleneksel ABD ortaklarının da Çin’e yaklaşması dikkat çekicidir. Örneğin Suudi Arabistan ve Birleşik Arap Emirlikleri gibi Körfez müttefikleri, Trump döneminde ABD’ye güvenlerinin sarsılmasıyla rotalarını kısmen Çin ve Rusya’ya çevirmeye başladılar. 2023’te Suudi Arabistan’ın BRICS’e katılımı bu trendin örneklerindendir. Hindistan ise belki de en kritik örnektir: Trump’ın ticari baskılarına rağmen Rusya’dan petrol almaya devam eden Hindistan, ABD ile sorunlar yaşasa da Çin’e de tam teslim olmadan iki tarafla da iş tutmaya çalışan denge politikasını pekiştirdi. Yine de ABD’nin itme etkisi sayesinde, Hindistan’ın Çin ve Rusya ile aynı karede yer aldığı bir düzenin tohumları atıldı. Hindistan medyasında, “Trump, Çin’i izole etmeye çalışırken tam tersine Hindistan gibi mesafeli duran önemli bir aktörü bile Çin’in yanına itti” yorumları yapılmıştır. Aslında bunun Hindistan’ın “Denge Hamlesi” ve “Blok Ötesi Siyaseti”[8] olarak algılamanın da mümkün olduğu kesin. 

Bütün bu gelişmeler ışığında, küresel güç rekabetinde ABD’nin rolü bir paradoks barındırmaktadır. Bir yandan Batı ittifaklarını (NATO, AUKUS, QUAD vb.) konsolide etmeye çalışan Washington, diğer yandan bazı politikalarıyla (tek taraflı tarifeler, anlaşmalardan çekilme, müttefiklere sert söylem) karşı cepheyi sıkılaştırmaktadır. Berlingske gazetesindeki analizde denildiği gibi: “ABD eğer dünya sahnesinde bir diktatörden bile daha saldırgan davranıyorsa, bazı ülkelerin Çin liderliğini tercih etmesi şaşırtıcı değildir”. Bunun küresel sonuçları ise ABD açısından istenmeyen bir tabloyu, Batı karşıtı ülkelerin ortak eksende buluştuğu bir dünya düzenini ortaya çıkarabilir. Nitekim Trump döneminin sonunda Kuzey Kore, Rusya, Çin liderlerinin Pekin’de kol kola resmedilmesi tam da böyle bir yeni eksen görüntüsüdür.

Yine de burada şunu not etmek gerekir: Küresel Güney olarak adlandırılan ülkeler yekpare bir blok oluşturmamaktadır. Kendi aralarında çıkar farklılıkları olduğu gibi Batı ile de çok boyutlu ilişkilere sahiptirler. Bu nedenle, “Doğu-Batı ayrımı” veya “demokrasi vs otokrasi” gibi kategoriler giderek anlamını yitirmektedir. Birçok ülke için mesele ideolojik kamplaşmadan ziyade somut çıkarlar meselesidir. Örneğin Hindistan demokratik değerler açısından Batı’ya yakın olsa da çıkarları gereği Rusya ile enerji işbirliğini sürdürmekte, Çin ile ticari ilişkilerini tamamen koparmamaktadır. Keza Türkiye, Suudi Arabistan, Endonezya gibi ülkeler de Batı ve Doğu ile aynı anda ilişki geliştiren “çok yönlü dış politika” izlemektedir. Bu nedenle önümüzdeki dönemde yeni bir medeniyetler çatışması ya da katı ideolojik bloklar yerine, daha esnek, konu bazlı koalisyonlar görmemiz muhtemeldir.

ORTA KORİDOR, KUŞAK-YOL VE KÜRESEL BAĞLANTISALLIK

Küresel güç rekabetinin somut yansımalarından biri de büyük projeler ve koridorlar üzerinden yaşanmaktadır. Çin’in Kuşak ve Yol Girişimi (OBOR/BRI) ile ortaya koyduğu devasa altyapı ve bağlantı vizyonu, kara ve deniz yollarını modern “İpek Yolları”yla donatmayı hedefliyor. Bu girişim, bir yandan Asya, Afrika ve Avrupa’yı kapsamlı şekilde birbirine bağlarken, diğer yandan Çin’in küresel ekonomik nüfuzunu artırma aracı olarak görülüyor. Türkiye’nin Orta Koridor inisiyatifi ise Çin’den Avrupa’ya uzanan orta hat üzerinde (Orta Asya-Kafkaslar-Türkiye güzergâhı) ticaretin geliştirilmesini amaçlıyor. Son yıllarda, Orta Koridor ile Kuşak-Yol’un entegrasyonu konusunda önemli adımlar atıldı. Özellikle Rusya-Ukrayna savaşının ardından Rusya üzerinden geçen kuzey koridoruna alternatif arayışlar Orta Koridor’un stratejik değerini yükseltti.

Çin ve Türkiye, Orta Koridor’un Belt and Road ile “doğal bir sinerji” oluşturduğunu sıklıkla vurgulamaktadır. Nitekim Temmuz 2025’te Çin’in Çongçing ve Çengdu şehirlerinden kalkan iki yük treni, Kazakistan ve Hazar rotası üzerinden İstanbul’a ulaşmış, oradan Polonya ve Macaristan’a devam etmiştir. Bu seferler düzenli hale gelerek Çin-Avrupa yük trenlerinin artık Türkiye üzerinden işlemesini sağlamıştır. Çin kaynaklarına göre gümrük ve lojistik iyileştirmeler sayesinde Çin’den Türkiye’ye Orta Koridor üzerinden yük taşımacılığı süresi 20+ günden 15 güne kadar indirilmiştir.

Türkiye Orta Koridor’un verimliliğinin istikrarlı biçimde arttığını belirtti. Bu durum, Türkiye’nin uluslararası demiryolu taşımacılığında bir merkez haline gelmesini pekiştirirken, Kuşak-Yol’un sağladığı stratejik avantajları da gözler önüne serdi. Sn.Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan da Haziran 2025’te İstanbul’daki Küresel Ulaştırma Forumu’nda yaptığı konuşmada Türkiye’nin Orta Koridor planı ile Kuşak-Yol’un yüksek kaliteli gelişiminin sağladığı sinerjinin, Asya ile Avrupa arasında daha güvenli ve verimli bir bağlantı için kilit önemde olduğunu vurguladı.

Orta Koridor güzergâhı, Çin’den çıkıp Kazakistan üzerinden Hazar Denizi’ne, oradan Azerbaycan ve Gürcistan’a, devamında Türkiye ve Avrupa’ya uzanmaktadır. Bu hat, Rusya ve İran’ı baypas etmesi nedeniyle jeopolitik açıdan da önem taşır. Atlantic Council analizine göre, Rusya’nın Ukrayna’yı işgali Orta Asya ülkelerini uyandırmış ve ekonomilerini geliştirmek, Rusya’ya bağımlılıklarını azaltmak için bölgesel işbirliğini artırmaya sevk etmiştir. Bu sayede dış güçlerin dikte etmediği, bölge ülkelerinin sahip çıktığı Orta Koridor bölgesel bir inisiyatif olarak gelişmektedir. Orta Koridor hem Rusya’yı hem İran’ı devre dışı bırakan bir rota olduğu için, Avrupa Birliği de son dönemde bu koridora ilgisini ve yatırımını artırmıştır. AB, enerji güvenliğini çeşitlendirmek ve Rusya’ya bağımlılığı azaltmak adına Orta Asya petrollerini ve doğal gazını Türkiye üzerinden Avrupa’ya taşıyacak projelere destek vermektedir. Hatta “koridor savaşları” kavramı giderek literatüre girmektedir: Çin’in Kuşak-Yolu, Rusya-Çin-İran’ın kendi aralarındaki ulaşım projeleri, Batı’nın desteklediği Orta Koridor ve diğer girişimler, büyük güç rekabetinin yeni cepheleri haline gelmiştir.

Bu nedenle Washington yönetimine de Orta Asya’daki altyapı inisiyatiflerine daha aktif angaje olması, Rusya-Çin-İran’ın alternatif hatlar kurma çabalarını dengelemesi yönünde baskılar mevcut.

ŞİÖ’nün küresel bağlantısallıkta nasıl bir rolü var? Aslında ŞİÖ doğrudan bir altyapı ya da yatırım girişimi olmamakla birlikte, üyeleri arasındaki entegrasyon projelerini siyasi düzeyde koordine eden bir şemsiye işlevi görebilir. Nitekim Tianjin Zirvesi sırasında, üye ülkeler arasında ulaşım, enerji ve ticaret koridorlarını geliştirme vurgusu içeren 2035 ŞİÖ Kalkınma Stratejisi belgesi onaylanmıştır.

Ayrıca Çin, “mega ölçekli pazar” diyerek nitelendirdiği ŞİÖ coğrafyasının ekonomik fırsatlarını öne çıkarmış, Trump’ın tarifelerinin yol açtığı kaos ortamında kendisini istikrar getirici birleştirici güç olarak sunmuştur.

Şi Cinping, daha kapsayıcı bir ekonomik küreselleşme çağrısıyla, ŞİÖ’nün sahip olduğu dev pazar sayesinde üye ülkelere büyük fırsatlar sunabileceğini söylemiştir. Bu doğrultuda ulusal paralarla ticaretin artırılması gündeme getirilmiştir. Putin de konuşmasında, üyeler arası ödemelerde ulusal paraların artan kullanımının altını çizerek, bunun Eurasia’da yeni bir istikrar sistemi inşasına zemin hazırladığını belirtmiştir. Ulusal paralarla ticaret, doğrudan ABD dolarının küresel hakimiyetine bir meydan okuma anlamına gelir. Keza İran ve Rusya yaptırımlar altındayken, Çin de yaptırım riski görmekteyken, dolar yerine ikili para birimleriyle ticaret yapmak bu ülkelerin yaptırım baskısından kurtulma stratejisinin parçasıdır. Bu nedenle ŞİÖ içinde bir alternatif finans ekosistemi oluşturma fikri Çin tarafından ciddi şekilde desteklenmektedir. Bu ekosistem Çin tarafından başka ekosistemlerle desteklenmektedir.

Çin: Yükselen Süper Gücün Özel Uzay Ekosistemi

(https://www.deeptech.asia/p/china-private-space-ecosystem-of)

Öte yandan, ŞİÖ üyeleri Çin’in Kuşak-Yol projelerinden de yararlanmaktadır. Orta Asya ülkeleri, Pakistan, İran gibi devletler Çin’den aldıkları altyapı yatırımlarıyla ekonomilerini canlandırmaya çalışıyorlar. Bu da Çin ile küresel Güney arasında yeni bir karşılıklı bağımlılık modeli yaratmaktadır. Çin, dev pazarını ve finansal gücünü kullanarak gelişmekte olan ülkelere kredi, yatırım, teknoloji sunuyor; karşılığında doğal kaynaklara erişim, yeni pazarlar ve diplomatik destek kazanıyor. Örneğin Çin, 2013’ten bu yana Kuşak-Yol kapsamında onlarca ülkede yüz milyarlarca dolarlık proje üstlenmiştir. Bu ülkeler için Çin finansmanı çoğu zaman tek seçenek haline gelirken, Çin de bu sayede küresel tedarik zincirlerini ve ticaret rotalarını kendine bağlamaktadır. Güneydoğu Asya, Afrika ve Latin Amerika’da pek çok ülke, kalkınma için Çin’in sağladığı kredilere, altyapı projelerine bel bağlamış durumdadır. Bu durum, Batı’nın geleneksel yardım ve kalkınma modeline alternatif bir Çin modeli ortaya çıkarıyor: Şartlı siyasi reform talepleri olmadan, doğrudan altyapı ve ticaret yoluyla kazan-kazan retoriğiyle ilerleyen bir model. Bu model eleştirilere de açıktır; zira bazı ülkeler borç tuzağı riski yaşamış veya Çin’e stratejik varlıklarını kiralamak zorunda kalmıştır (Sri Lanka’nın Hambantota limanı örneği vb.). Ekonomik kalkınma, altyapı yatırımı ve egemen kararlarına karışılmaması nedeniyle yine de pek çok gelişen ülke için Çin’in değer önerisi cazip gelmektedir: Buna karşılık ABD ve Avrupa’nın değer temelli yaklaşımları (insan hakları, yolsuzlukla mücadele şartları vs.) bazı yönetimleri rahatsız etmektedir. Dolayısıyla Çin’in “refah ve kalkınma” söylemi, ABD’nin “demokrasi ve insan hakları” söylemine karşı küresel Güney’de belirli ölçüde alıcı bulmaktadır.

Boyut

ABD Söylemi

Çin Söylemi

Ana Tema

Demokrasi, insan hakları, hukukun üstünlüğü

Refah, kalkınma, istikrar

Meşruiyet Kaynağı

Evrensel değerler, liberal normlar

Ekonomik büyüme, yoksulluğun azaltılması

Uygulama Alanı

NATO müdahaleleri, insan hakları raporları, demokrasi teşvik programları

Kuşak-Yol Girişimi, BRICS Kalkınma Bankası, altyapı yatırımları

Hedef Kitle

Liberal demokrasiyi benimseyen/benimsemeye açık ülkeler

Gelişmekte olan ülkeler, Küresel Güney

Avantajı

Normatif güç, uluslararası hukuk ve kurumlar üzerinden etki

Somut fayda üretmesi (altyapı, yatırım, ticaret)

Eleştiri

Çifte standart (otoriter müttefiklere tolerans), müdahalecilik

Borç tuzağı, şeffaflık eksikliği, otoriter modelin teşviki

Küresel Algı

Batı değerlerinin dayatması

Alternatif modernleşme yolu, pragmatik işbirliği

Türkiye’nin durumu da Orta Koridor bağlamında ilgi çekicidir. Türkiye, bir NATO üyesi olmasına rağmen aynı zamanda ŞİÖ’de diyalog ortağıdır ve Kuşak-Yol’un önemli bir geçiş ülkesi haline gelmiştir. Ankara, “üçüncü yolu” temsil ederek ne Batı’dan ne Doğu’dan tamamen vazgeçmeden her iki tarafa da stratejik yakınlık kurmaya çalışıyor. Bu pragmatik denge politikası sayesinde hem Avrasya altyapı projelerinden (Orta Koridor, TANAP vb.) faydalanmakta hem de Batı ile ekonomik ve askeri ilişkilerini sürdürmektedir. Ankara için Orta Koridor girişimi, kendi jeoekonomik konumunu güçlendirmek adına Kuşak-Yol’u tamamlayan bir vizyon olarak görülüyor. Çin basını Türkiye’yi “Avrasya ticaretinin kilit bağlantısı” olarak nitelemekte, Çin-Avrupa trenlerinin Türkiye üzerinden düzenli işlemeye başlamasını örnek göstermektedir. Bu işbirliği, Türkiye-Çin ilişkilerinde de pozitif bir gündem yaratmıştır. Çin’in Ankara Büyükelçisi, iki ülke ilişkilerinin pozitif ivmede ilerlediğini ve her alanda somut işbirliği projelerinin geliştiğini belirtmiştir.

Özetle, küresel ticaret yolları ve bağlantı projeleri, jeopolitik rekabetin bir diğer boyutunu oluşturmaktadır. Çin, Kuşak-Yol ile ekonomik ağını genişletirken; ABD, Japonya, Hindistan ve Avrupalı ortaklar da alternatif koridorlar (Hint-Pasifik Ekonomik Çerçeve, Orta Koridor, Güney Asya-Ortadoğu koridoru gibi) geliştirmeye çalışmaktadır. Tianjin Zirvesi’nde bu konu da gündeme gelmiş; Hindistan Başbakanı Modi, bağlantısallık ve enerji işbirliğinin önemini vurgulamıştır. Modi, Hindistan’ın Çabahar Limanı ve Kuzey-Güney Ulaştırma Koridoru gibi projeleri güçlü biçimde desteklediğini, bağlantı projelerinin kalkınma ve güven artırıcı etki yapacağını belirtmiştir. Ayrıca çok taraflı altyapı inisiyatiflerinde şeffaflık ve herkesin kazandığı sonuçlar üretmenin gereğine işaret etmiştir. Bu açıklamalar, dolaylı olarak Çin’in Kuşak-Yol’una bir gönderme olarak da okunabilir; zira Hindistan, Kuşak-Yol kapsamındaki bazı projelere (özellikle Pakistan üzerinden geçen Korridor’a) egemenlik gerekçesiyle karşı çıkmaktadır.

Sonuç olarak, Tianjin Zirvesi, küresel bağlantı yarışında Çin’in halen inisiyatifi elinde tuttuğunu, ancak rakiplerinin de boş durmadığını göstermiştir. Orta Koridor’un yükselişi, Kuşak-Yol ile rekabet etmekten ziyade onu tamamlayan bir hat olarak önem kazanmıştır. Çin-Türkiye-Avrupa hattının işlemeye başlaması, Avrasya’nın jeoekonomik haritasını değiştirebilecek bir gelişmedir. Bu sayede Batı yaptırımlarının ve çatışmaların sarsıntıya uğrattığı ticaret akışları yeni yönlere kaymakta, küresel ticaretin rotaları jeopolitik kaymalarla birlikte yeniden çizilmektedir. Bu da küresel güney ülkelerine Batı’ya bağımlılığı azaltma fırsatı sunarken, Çin gibi aktörlere de etki alanını genişletme olanağı vermektedir.

HİNDİSTAN’IN DENGE ARAYIŞI VE DEĞİŞKEN POLİTİKASI

Hindistan, hem ŞİÖ içindeki hem de küresel güç rekabetindeki konumu nedeniyle özel bir dikkat hak ediyor. Dünyanın en büyük demokrasisi ve yükselen ekonomilerinden biri olan Hindistan, bir taraftan ABD, Japonya ve Avustralya ile QUAD ittifakında Hint-Pasifik’te Çin’i dengelemeye çalışırken, diğer taraftan ŞİÖ ve BRICS gibi platformlarda Çin ve Rusya ile yan yana gelmektedir. Bu ikili duruş, Yeni Delhi’nin “stratejik otonomi” doktrininin bir yansımasıdır. Hindistan, tarihsel olarak Bağlantısızlar Hareketi’nin liderlerinden biri olarak, bugün de herhangi bir bloka tam biçimde angaje olmadan kendi çıkarlarını maksimize etmeye çalışmaktadır.

Tianjin Zirvesi’ne Hindistan Başbakanı Narendra Modi’nin katılımı, bu denge politikasının güncel bir tezahürüydü. 2024’teki ŞİÖ Zirvesi’ne katılmayan Modi, 2025’te Trump’ın sert ekonomik baskıları sonrası ilk kez 2018’den beri Çin’e gitti. Bu gelişme, bir yandan Çin-Hindistan arasındaki donmuş diyaloğun çözülmeye başladığına işaret ederken, diğer yandan Hindistan’ın ABD ile yaşadığı sürtüşmeleri dengelemek istediğini gösterdi. Zirvede Şi Cinping ve Modi arasında 7 yıl aradan sonra gerçekleşen ilk yüz yüze görüşme, sınırlı da olsa pozitif bir adım olarak değerlendirildi. İki lider, sınır anlaşmazlığının çatışmaya dönüşmemesi için mekanizmaları güçlendirme konusunda anlaştılar ve “anlaşmazlıkların farklılığa dönüşmemesi” gerektiği yönünde fikir birliğine vardılar. Resmi açıklamalara göre “farklılıkların çatışmaya dönüşmesini engelleme ve sınır yönetim mekanizmalarını güçlendirme” hususunda mutabakat sağlandı. Ancak analistler, “bu, sorunların çözüldüğü anlamına gelmiyor”, sınır hala askerî yığınakla dolu ve stratejik güvensizlik sürüyor diye uyarıyor. Dolayısıyla Tianjin’deki Modi-Şi buluşması, gerçek bir yakınlaşmadan ziyade bir “hasar kontrolü” olarak görülmelidir.

Hindistan, ŞİÖ’deki varlığını dört ana alanda kendi çıkarına kullanmaya çalışıyor: güvenlik, enerji, ticaret ve bölgesel bağlantı. Başbakan Modi, zirve konuşmasında Hindistan’ın ŞİÖ çerçevesinde işbirliğini “Güvenlik, Bağlantısallık ve Fırsatlar” adlı üç temel sütunda güçlendirmek istediğini vurguladı. Konuşmasında “barış, güvenlik ve istikrarın ilerleme ve refahın anahtarı olduğunu” belirterek, tüm üye ülkeleri terörizme karşı kararlı adımlar atmaya çağırdı. Özellikle terör finansmanı ve radikalleşmeyle mücadelede ortak mekanizmalar kurulmasını istedi. Modi, bu bağlamda Hindistan’ın yaşadığı terör saldırılarına (Pahalgam saldırısı gibi) atıfla, “terörle mücadelede çifte standart olmamalı, sınır ötesi teröre destek veren ülkeler hesap vermeli” diyerek dolaylı şekilde Pakistan’ı hedef aldı. Bu çıkış, Hindistan’ın ŞİÖ’de Pakistan’a karşı diplomatik mücadele yürüttüğünü gösterir. Nitekim Temmuz ayında da belirttiğimiz gibi Hindistan, Pakistan’ı kınayan ifade metinlerine engel olan ŞİÖ’ye tepki olarak savunma bakanları toplantısı sonuç bildirisini imzalamamıştı. Yani Yeni Delhi, ŞİÖ platformunda kendi güvenlik kaygılarını gündeme getirip destek aramaya çalışıyor.

İkinci sütun olan bağlantısallık (connectivity) konusunda Modi, Hindistan’ın vizyonunu dile getirdi. “Kalkınmayı teşvik etmek ve güven inşa etmek için bağlantısallığın rolü büyüktür” diyen Modi, Hindistan’ın Çabahar Limanı projesine ve Uluslararası Kuzey-Güney Ulaşım Koridoru (INSTC)’na verdiği güçlü desteği hatırlattı. İran’daki Çabahar Limanı, Hindistan’ın Afganistan ve Orta Asya’ya Pakistan’ı baypas ederek açılma stratejisinin parçasıdır; INSTC ise Hindistan’ı İran ve Rusya üzerinden Avrupa’ya bağlayan çok modlu bir ticaret koridorudur. Hindistan, bu projeler aracılığıyla ŞİÖ coğrafyasındaki ulaşım hatlarında söz sahibi olmayı ve Çin’in Kuşak-Yol’una kendi alternatifini ortaya koymayı amaçlıyor. Modi ayrıca start-up’lar, inovasyon, gençlik değişimi ve ortak kültürel miras gibi alanlarda da ŞİÖ bünyesinde fırsatlar yaratılması gerektiğini söyledi. Bu kapsamda bir Medeniyet Diyaloğu Forumu kurulmasını önererek, halklar arası bağların güçlendirilmesini gündeme getirdi. Hindistan, binlerce yıllık medeniyet mirasına sahip bir ülke olarak, Çin’in “medeniyetler ittifakı” söylemine kendi perspektifinden katkı yapmak ve kültürel yumuşak gücünü kullanmak istiyor.

Üçüncü temel alan ise “fırsatlar” olarak tanımlandı; burada ekonomik ve finansal işbirliği kastediliyor. Modi, SCO Kalkınma Bankası gibi inisiyatiflere açık destek vermedi belki ama örgütün reforme edilmesini, daha etkin hale getirilmesini desteklediğini belirtti. Organize suç, uyuşturucu ticareti ve siber güvenlikle mücadele için ŞİÖ bünyesinde kurulan yeni merkezleri memnuniyetle karşıladı ve çok taraflı kuruluşların (BM dahil) reforme edilmesi için benzer bir yaklaşım gerektiğini söyledi. Bu, Hindistan’ın uzun süredir dile getirdiği BM Güvenlik Konseyi reformu talebine de göndermedir.

Hindistan’ın bu denge siyaseti, bazı gözlemcilerce “ikili oynama” olarak eleştirilse de, Yeni Delhi açısından rasyonel bir büyük stratejidir. Hindistan kendini ne Batı kampına tamamen hapsetmek ne de Çin’in gölgesine girmek ister. Bunun yerine “çok taraflı bir diplomaside esneklik” peşindedir. European Union Institute for Security Studies analizinde belirtildiği üzere, günümüz Hint-Pasifik’inin belirleyici özelliği, aktif bir strateji olarak yeniden ortaya çıkan bağlantısızlıktır; Singapur, Vietnam gibi ülkeler tek bir güce aşırı bağımlılıktan kaçınmak için ortaklıklarını çeşitlendiriyor, ASEAN büyük güçleri dengelemek için merkeziliğini kullanıyor. Bu tespitin belki en net örneği Hindistan’dır: “Hindistan, geniş anlamda jeopolitik bloklara çekilmek yerine özerkliğini korumak istediği için Rusya konusunda muğlak bir tutum sergilemiştir” deniliyor. Gerçekten de Yeni Delhi, Ukrayna konusunda ne Rusya’yı açıkça karşısına aldı ne de Batı’dan tamamen koptu; bir yandan Moskova’dan rekor düzeyde petrol alırken diğer yandan ABD ile askeri ve teknolojik işbirliğini derinleştirdi. Bu “iğne deliğinden geçme” politikası, Hindistan’ın yükselen gücüne ve kendi kendine yeterlik vizyonu “Atmanirbhar Bharat”a da uygundur[9].

Tianjin Zirvesi sonrası gelişmeler de Hindistan’ın dengesini sürdürdüğünü gösteriyor. Zirveden hemen sonra Modi ve Putin, Putin’in zırhlı limuziniyle birlikte görüşmeye gittiler; samimi görüntüler verdiler. Modi, “Kendisiyle sohbetler her zaman ufuk açıcıdır” diyerek Putin’e yakınlık mesajı verdi. Putin de Modi’ye “Sevgili dostum” diye hitap etti. Bu tablo, Batı’nın Ukrayna savaşı nedeniyle Putin’i tecrit çabasına karşın, Hindistan gibi bir büyük demokrasinin hâlâ Rusya ile sıcak ilişkiler yürüttüğünü gösteriyor. Nitekim Hindistan ve Çin bugün Rusya’nın en büyük petrol müşterileri konumunda; Rus ekonomisi Batı’dan koparken Asya’da bu iki dev pazar sayesinde nefes alabiliyor. Trump yönetimi Hindistan’ı bu petrol alımları yüzünden cezalandırmaya kalksa da (ek tarifeler), Çin’e ise aynı uygulamayı yapmamıştı. Bu da Hindistan’ı küstürüp Çin’e yaklaştıran faktörlerden biriydi.

Ancak tüm bu yakınlaşmalara rağmen, Hindistan-ABD ilişkilerinin tamamen koptuğunu söylemek doğru olmaz. Kewalramani, “tarife gerilimlerine rağmen Hindistan-ABD ilişkilerinin kırıldığını düşünmemek lazım, bunlar olgun ekonomiler ve pek çok alanda yakın ilişkileri var” diyerek bu noktaya dikkat çekiyor. Gerçekten de Hindistan, Çin konusunda ABD ile çıkar ortaklığına sahip ve QUAD ittifakına ev sahipliği yapmaya hazırlanıyor. ABD, Modi’nin Tianjin’deki Xi görüşmesini yakından izlemiş ve “Hindistan ve Çin’in ikili tansiyonu düşürme çabalarını mercek altına almıştır”. Washington, Hindistan’ın nereye yöneleceği konusunda tetikte; ancak Hindistan da iki süper güç arasında bir denge unsuru olma rolünü kendi lehine kullanmaya çalışacaktır. Bu yönüyle Hindistan, “bağlantısızların yeni lideri” gibi hareket etmekte; ne Batı’nın demokratik ittifakına ne de Çin’in otoriter eksenine tam eklemlenmektedir. Bunun yerine “çok merkezli saflaşmada dengeleyici güç” misyonunu oynamaktadır.[10]

Sonuçta Hindistan’ın politikası şunu göstermektedir: Doğu ile Batı arasındaki çizgi gri bir alandır ve kilit ülkeler esnek pozisyon alarak kendi çıkarlarını maksimize etmektedir. Bu da klasik anlamda blok siyasetini zorlaştıran, yeni çok kutuplu düzenin bir karakteristiğidir. Hindistan örneği, belki de en belirgin şekilde “demokrasiler kulübü vs otoriterler kulübü” ayrımının ötesine geçen çıkar hesaplarını ortaya koyar. Dünyanın en büyük demokrasisi Hindistan, gerektiğinde Rusya ve Çin ile aynı masaya oturabilmekte, Batı’nın değer eksenli söylemine mesafeli kalabilmektedir. Bu da göstermektedir ki, 21. yüzyıl saflaşmaları ideolojik olmaktan ziyade jeostratejik ve jeoekonomik temelde ilerlemektedir.

ÇİN’İN ARTAN ASKERİ GÜCÜ VE GÜÇ GÖSTERİSİNİN ANALİZİ

Pekin’de 3 Eylül 2025’te düzenlenen zaferin 80. yılı geçit töreni, Çin’in giderek büyüyen askeri kapasitesini dünyaya sergilemesi açısından bir dönüm noktası olmuştur. Bu tören, Çin’in modern tarihinde gerçekleştirilen en büyük askeri gösteri olarak nitelendirildi. Törende yeni nesil tanklardan hipersonik füzelere, insansız denizaltılardan lazer silahlarına kadar birçok gelişmiş silah sistemi ilk kez kamuoyu önüne çıktı. Çin lideri Şi Cinping, tören konuşmasında “bugün insanlık bir kez daha barış veya savaş, diyalog veya cepheleşme, kazan-kazan işbirliği veya sıfır toplamlı oyun arasında bir seçimle karşı karşıya” diyerek küresel durumu özetledi ve “Çin halkının tarihin hep doğru tarafında duracağını, barışçıl kalkınma yoluna bağlı kalıp tüm halklarla ortak geleceği paylaşan bir toplum inşası için çalışacağını” dile getirdi. Şi ayrıca “Çin büyük bir ulustur, asla herhangi bir zorbanın gözünü korkutamayacağı bir ulustur” diyerek üstü kapalı biçimde ABD ve müttefiklerine meydan okudu, ülkesinin “durdurulamaz” olduğunu ilan etti.

Törenin en dikkat çekici yönlerinden biri, sergilenen silahların teknolojik düzeyi ve çeşitliliği idi. Çin, “yeni nesil silahlar” olarak adlandırdığı pek çok platformu ilk kez göstererek, ordusunun modernizasyonunda kat ettiği mesafeyi dünyaya ilan etti. Öne çıkan bazı sistemler şöyleydi:

  • Yeni Nesil Tanklar ve Zırhlılar: Geçit töreninde Çin kara kuvvetlerinin bel kemiğini oluşturacak modern zırhlı araçlar boy gösterdi. “Tip 99B” ana muharebe tankı ile “Tip 100” hafif tank ve yine “Tip 100” zırhlı muharebe destek aracı, kara muharebe düzeninde ilk kez halkın karşısına çıktı (Çin kaynaklı raporlara göre). Ayrıca “Tip 5” tekerlekli zırhlı araçları içeren amfibi hücum birlikleri, yeni nesil tekerlekli makineli tüfek platformları ve havan toplu kundağı motorlu sistemler sergilendi. Bu araçlar, Çin ordusunun hem ağır zırhlı manevra hem de hafif hareket kabiliyeti gerektiren senaryolara hazırlıklı olduğunu gösteriyor.

  • Gelişmiş Roket ve Füze Sistemleri: Törende Çok Namlulu Roketatar (ÇNRA) sistemleri de vardı. “Tip 191” kamyon monteli kendinden tahrikli roket sisteminin iki varyantı geçitte yer aldı (muhtemelen biri daha uzun menzilli). Bunun yanı sıra Çin, uzun menzilli hassas vuruş kabiliyetini gösteren farklı balistik füzelerini art arda geçirdi. Özellikle YJ-21, DF-17, DF-26D gibi hipersonik füzeler büyük ilgi çekti.

Bu füzeler, sesin birçok katı hızda hareket ederek mevcut hava savunma sistemlerini aşabilen yeni nesil silahlar olarak Çin’in vurucu gücünü katlamaktadır. Yine nükleer başlık taşıyabilen çeşitli balistik füzeler (JL-1, JL-3 denizaltı lançeli füzeler; DF-61, DF-31BJ karadan atılan kıtalararası füzeler) ilk kez geniş halk kitlesine tanıtıldı. Bu sistemler Çin’in nükleer üçlemesinin (kara, deniz, hava unsurları) modernize edildiğini gösteriyordu. Özellikle DF-5C kıtalararası balistik füze dikkat çekti: Yaklaşık 20 bin kilometre menziliyle tüm dünyayı vurabilecek kapaside olduğu ve birden fazla bağımsız nükleer savaş başlığı (MIRV) taşıyabildiği belirtildi. CBS News’un aktardığına göre DF-5C’nin tahmini menzili 12.400 mil (yaklaşık 20 bin km) olup, Çin anakarasından ABD’nin herhangi bir noktasına erişebilmektedir. Ayrıca DF-5C’nin 10’dan fazla savaş başlığını tek seferde taşıyabileceği ifade edilmiştir.

DF-61 olarak anılan yeni bir mobil ICBM de ilk kez görüldü; 16 tekerlekli lançer üzerinde taşınan bu füze hakkında çok az şey biliniyor, ancak önceki DF-41 modelinin >7.500 mil menzili olduğu ve çoklu başlık taşıyabildiği düşünüldüğünde DF-61’in de benzer veya daha üstün kabiliyette olduğu tahmin ediliyor. Çin donanmasının stratejik vurucu gücü için geliştirilen JL-3 denizaltı balistik füzesi de ilk defa halk önüne çıktı. ABD Savunma Bakanlığı raporlarına göre JL-3, önceki JL-2’nin menzilinin ötesine geçen (5.400 deniz milinden fazla) bir menzile sahip, yani Çin kıyılarından ateşlendiğinde bile ABD anakarasını vurabilecek kapasitede.

  • Hava Gücü ve İnsansız Sistemler: Geçit töreninde 5. nesil savaş uçakları J-20S ve deniz versiyonu olduğu tahmin edilen J-35 ilk defa resmi olarak görücüye çıktı (Çin kaynakları bunları ilan etti). Ayrıca KJ-600 erken uyarı uçağı ve gelişmiş Y-20B stratejik nakliye uçağı da tanıtıldı. Çin, bu uçaklarla hem havadan erken ihbar ve kontrol kabiliyetini artırıyor, hem de küresel ölçekte askeri lojistik kapasitesini genişletiyor.

Öte yandan yeni insansız hava araçları (İHA), insansız helikopterler ve hatta insansız sualtı ve yüzey araçları konvoyda yer aldı. Örneğin AJX002 dev insansız denizaltı (yaklaşık 20 metre boyunda) ilk kez gösterildi ve bu aracın keşif veya muharebe görevi yapabileceği belirtildi. Extra-large Uncrewed Underwater Vehicle (XLUUV) kategorisindeki bu platform, Çin’in denizlerde de insansız harp yeteneğine yatırım yaptığını gösteriyor.

Aynı şekilde GJ-11 “Keskin Kılıç” insansız savaş uçağı, pilotlu jetlerle birlikte görev yapabilecek taarruz İHA’sı olarak sergilendi. Bu stealth (radar görünmezlik özellikli) İHA, insanlı uçaklarla birlikte uçup onların görevlerini destekleyebilme kapasitesiyle öne çıkıyor.

Ayrıca geçitte “robotik köpekler (robotik kurtlar)” olarak adlandırılan dört ayaklı insansız kara araçları da görüldü; bunların mayın temizleme, keşif veya düşman takibi gibi görevler için kullanılabileceği uzmanlarca belirtiliyor.

LY-1 lazer silah sistemi de ilk kez halka gösterildi; zırhlı araç üstüne monte edilen bu lazerin elektronik sistemleri devre dışı bırakma veya insansız hava araçlarını düşürme kapasitesine sahip olduğu ifade edildi. Bu lazerin donanma gemilerine entegre bir hava savunma silahı olduğu ve pilotları kör edebilecek güçlü bir ışın yayabildiği BBC’ye konuşan uzmanlarca aktarılmıştır.

Tüm bu unsurlar, Çin’in özellikle yapay zeka, robotik ve otonom sistemler alanında orduyu geleceğin harp sahasına hazırladığını gösteriyor. Savunma analisti Michael Raska’nın belirttiği gibi, Çin ordusu Rusya’nın Ukrayna’da uyguladığı stratejilerden ders çıkararak “düşmana dalga dalga insansız araçlar gönderip savunmasını yıpratma” konseptine önem veriyor; “geleneksel yapıları güçlendirmekle kalmayıp tamamen yenileriyle değiştirmek istiyorlar” diyor. Bu kapsamda Çin, diğer bazı ülkelerin çekincelerine rağmen yapay zekayı askeri sistemlerine entegre etmeye devam ediyor.

Bu muazzam güç gösterisinin ardındaki stratejik mesaj neydi?

Birincisi, iç kamuoyuna verilmek istenen mesaj: Çin, “ulusal yeniden diriliş” (millî gençleşme) hedefini destekleyecek muazzam bir askeri güce artık sahip. Şi Cinping konuşmasında “Çin ulusunun yeniden yükselişi durdurulamaz” derken halkına özgüven aşılıyor ve orduya desteğini teyit ediyordu.

İkincisi, bölgesel rakiplere ve potansiyel ayrılıkçı unsurlara gözdağı: Tayvan başta olmak üzere, Çin ordusunun modern teçhizatı karşısında herhangi bir direnişin beyhude olacağı ima edildi. Nitekim uzmanlar, Çin’in bu uzun menzilli nükleer füze ve gelişmiş konvansiyonel sistemleri sergilemesini ABD’nin Tayvan gibi konularda müdahale etmemesi için bir caydırıcılık sinyali olarak okuyorlar. CSIS uzmanlarına göre, Çin’in kıtalararası balistik füze kapasitesini alenen göstermesi, “nükleer cephaneliğinin, Tayvan’a olası bir müdahalede ABD’yi caydırmaya matuf olduğunu” anlatıyorcsis.org. Aynı şekilde Şi-Putin-Kim’in birlikte tribünde oturması, “ABD’ye meydan okuyan hasım eksenin oluştuğu, nükleer caydırıcılığın bu eksenin ABD öncülüğündeki düzene karşı mücadelesinde çekirdek rol oynadığı” mesajını veriyor. Yani Pekin, eğer ABD ve müttefikleri baskılarını artırırsa, Rusya ve Kuzey Kore ile omuz omuza durup ellerindeki nükleer kozları masaya koymaktan çekinmeyeceklerini ima ediyor. Gerçekten de törende Xi, Putin ve Kim’in Tiananmen Meydanı’nda yan yana görüntüsü Batı’da “ABD’ye karşı meydan okuyan otokratik güçlüler kulübü” şeklinde algılandı.

Üçüncüsü, küresel Güney ve kararsız ülkelere yönelik mesaj: Çin, yeni bir dünya düzeni vizyonunu destekleyecek güce sahip olduğunu kanıtlamaktadır. Pekin, diplomaside “ortak geleceği paylaşan toplum” gibi kapsayıcı kavramlar ortaya atarken, arka planda bunları askeri caydırıcılıkla destekleyebileceğini gösterdi. Bu durum, özellikle gelişmekte olan ülkeler nezdinde şu anlama gelir: Çin, Batı’nın askeri şemsiyesi olmadan da bölgesel güvenliği sağlayabilecek, ortaklarını koruyabilecek güçtedir. Hatta bazı yorumcular, Çin’in bu teknoloji ve üretim gücünün II. Dünya Savaşı’nda ABD’nin zaferini getiren “sanayi üstünlüğünü” hatırlattığını belirtiyor. Gerçekten de Çin, son 30 yılda savunma harcamalarını katbekat artırmış ve devasa bir savunma sanayi kapasitesi oluşturmuştur. Washington merkezli CSIS’in verilerine göre, Çin’in savunma bütçesi son otuz yılda 13 katına çıkmıştır (1990’lardan 2020’lere gelene kadar) – bu, eşi benzeri görülmemiş bir büyümedir. 2024 itibariyle Çin’in askeri harcaması ABD’ninkinin üçte birine ulaşmıştır, 2012’de bu oran altıda biriydi. 2023’te resmi Çin savunma bütçesi 1.55 trilyon yuan (yaklaşık $215 milyar) olsa da gerçekte $300 milyarı aştığı tahmin edilmektedirchinapower.csis.org. Bu veriler, Çin ordusunun niceliksel büyümesinin yanı sıra niteliksel modernleşmesini de finanse ettiğini gösterir. Yani Çin, 21. yüzyılın “savaş makinesini” oluşturma yolunda dev adımlar atmıştır.

Dördüncü olarak, ABD ve müttefiklerine net bir uyarı yapıldı: “İnanın bana, bize karşı güç kullanmak yapabilecekleri en kötü şey olur” diyen Trump’ın bu sözleri tören sonrası bir anlamda test edilmiş oldu. Çünkü ABD’nin “dünyanın en güçlü ordusuna sahibiz, kimse bunu bize karşı kullanamaz” şeklindeki kibirli söylemine karşın Çin, “ben de en gelişmiş silahlara sahibim, beni köşeye sıkıştırmaya kalkmayın” demiş oldu. Askeri analistler, bu tür parlak platformların tek başına ABD’yi geçmeye yetmeyeceğini, savaş doktrini ve operasyonel kabiliyetin de önemli olduğunu hatırlatıyor. Nitekim Raska, ABD ordusunun “aşağıdan yukarıya” bir esneklik kültürüyle daha çevik hareket edebildiğini, Çin’de ise aşırı merkeziyetçi yapının sahada inisiyatif almayı kısıtladığını belirtiyor. Bu noktada henüz ABD ile Çin arasında belirgin bir nitelik farkı olduğu yorumu yapılabilir. Ancak unutulmamalıdır ki Çin, bu katı yapıyı aşmak için de “akıllı savaş” (intelligentized warfare) konseptini geliştiriyor: Yapay zeka destekli karar sistemleri, otonom platformlar, füzyon teknolojileriyle insan faktörünün yavaşlığını telafi etmeye çalışıyor. Dolayısıyla Çin’in askeri gücü sadece gövde gösterisi amaçlı değil, aynı zamanda yıpratmaya dayalı uzun bir rekabet stratejisinin parçası olarak inşa ediliyor. Mao Zedong’un bir zamanlar bahsettiği “uzatılmış savaş (protracted war)” kavramını günümüze uygulayan Pekin, askeri-sivil füzyon politikasıyla tüm toplumu seferber eden bir hazırlığa girişmiş durumda. Bu, gerektiğinde uzun soluklu ve çok cepheli bir çatışmaya dayanabilecek bir altyapı oluşturma hedefidir.[11]

Neticede, Çin’in sergilediği askeri güç, diplomatik söylemleriyle birleştiğinde dünyaya çift yönlü bir mesaj iletiyor: Bir yandan Çin, “barış tarafında yer alacağız, ortak güvenlik için birlikte çalışalım” diyor; diğer yandan “eğer karşımıza çıkarsanız, elimizde sizi caydıracak ve yenecek teknoloji de var” diye ekliyor. Bu çift yönlü mesaj, Tianjin Zirvesi’nde verilen “çok taraflı işbirliği” vaadiyle Pekin’deki “güç benim arkamda” gösterisinin aynı zamana denk getirilmesiyle doruk noktasına ulaştı. Kuzey Kore lideri Kim Jong-un’un törende boy göstermesi de bu bağlamda önemliydi: Kim’in varlığı, ABD’ye Asya-Pasifik’te birden fazla cephede sorun çıkarabilecek bir eksen oluştuğunu hatırlattı. Kuzey Kore’nin Ukrayna’da Rusya’ya asker gönderdiği ve silah yardımı yaptığı iddiaları Batı’da konuşulurken, Kim’in Pekin’de Xi ve Putin’le aynı kareye girmesi bunu doğrulayan bir imaj yarattı ve Batı’ya açık bir gözdağı olarak nitelendirildi. Nitekim törenden hemen sonra Trump’ın telaşla yaptığı paylaşım ve Kremlin’in savunmaya geçmesi, mesajın alıcılarına ulaştığını gösterir nitelikteydi.

YENİ BİR DÜNYA DÜZENİ Mİ? SONUÇ VE GELECEĞE BAKIŞ

Tianjin’deki ŞİÖ Zirvesi ve Pekin’deki zafer geçidi, küresel düzenin artık salt Batı tarafından belirlenmediği gerçeğini ortaya koymaktadır. Bu gelişmeler, dünya siyasetinin daha karmaşık, çok katmanlı ve çok merkezli bir saflaşmaya doğru evrildiğine işaret ediyor. Kimi yorumcuların “Yeni Soğuk Savaş” dediği, kimilerinin ise “çok kutuplu düzensiz düzen” olarak nitelendirdiği bu süreçte saflar, ideolojiden ziyade çıkar ortaklıklarına ve karşılıklı bağımlılıklara göre şekilleniyor.

Yeni bir dünya düzeni kuruluyor mu? Bu soruya net bir yanıt vermek için henüz erken. Evet, Batı’nın yüzyıllık üstünlüğü sarsılıyor; Çin, on yıl içinde yeniden “İmparatorluk” konumuna yükselmek ve Batı’nın asırlık üstünlüğünü bitirmek hedefini açıkça ortaya koyuyor. ŞİÖ ve BRICS gibi yapılar katılımcı ülkelerin nüfus ve ekonomik büyüklüğü itibariyle bakıldığında, dünya refahının yarısından fazlasını temsil eder hale geldi. Bu tablo, küresel ağırlık merkezinin Atlantik’ten Pasifik’e kaydığını gösteriyor. Ancak yeni düzenin kuralları ve kurumsallaşması henüz muğlak. ŞİÖ gibi platformlar, birer “deneme sahnesi” niteliğinde; Batı dışı aktörlerin bir arada nasıl hareket edebileceğine dair tecrübeler üretiliyor. Şimdilik bu tecrübelerin çoğu sembolik başarılar ve siyasi mesajlar düzeyinde kalıyor. Gerçek bir alternatif düzenin inşası için, bu ülkelerin aralarındaki güvensizlikleri aşması, ortak değerler veya hedefler tanımlaması gerekiyor.

“Demokrasiler Kulübü vs Otoriterler Kulübü” ayrımı netleşiyor mu? Batı’da son yıllarda özellikle ABD yönetimi (Biden ile) dünyayı demokrasi ve otokrasi ekseninde ikiye bölme söylemini benimsedi. Çin ve Rusya da buna karşı kendi rejim model ve değerlerini savunur pozisyona geçtiler. Örneğin Şi Cinping sık sık Batı’nın “blok siyaseti ve Soğuk Savaş zihniyeti” ile hareket ettiğini eleştirirken, “her ülkenin kendi koşullarına uygun kalkınma yoluna saygı” vurgusu yapıyor. Bu, Batı’nın demokrasi ihracı ve insan hakları gündemine karşı Çin’in egemenlik ve kalkınma önceliğini koyması demek. Aslında buradaki ideolojik ayrışma, Samuel Huntington’ın kehanetindeki gibi medeniyetler çatışmasından ziyade yönetişim ilkeleri çatışması olarak görülebilir: Liberal demokrasi vs kalkınmacı otokrasi. Ancak dediğimiz gibi, birçok ülke bu ikilemde net bir seçim yapmak yerine ikisinden de faydalanma yoluna gidiyor. Dolayısıyla evet, bir tür ideolojik bloklaşma var ama tam hatlarıyla belirgin değil. Hindistan, Türkiye, Endonezya, Brezilya, Güney Afrika gibi ülkeler bu iki “kulüp” arasında köprüler kuruyor veya birine tam katılmadan ötekinden uzak duruyor. Bu “yeni bağlantısızlar” kitlesi, gelecek dünya düzeninin belirleyici kilit taşı olabilir. Zira artık Soğuk Savaş’taki gibi iki süper güç her şeyi belirlemiyor; 101 kadar ülkenin ne tam ABD ne tam Çin tarafında durduğu ve esnek pozisyon aldığı belirtiliyor. Bu da yeni düzenin iki bloklu bir yapıdan çok, çok taraflı ve değişken geometrili bir yapı olacağını düşündürüyor.[12]

ABD-Çin rekabeti, geleceği nasıl şekillendirecek? Önümüzdeki on yıl, bu iki süper gücün hamleleriyle büyük oranda belirlenecek. Çin, Rusya’ya sırtını dönmeyecek ve giderek kendini Batı’ya karşı konumlayacak mı? Pek çok uzman, Pekin yönetiminin öngörülebilir gelecekte Rusya’yı yüzüstü bırakmayacağını ve stratejik ortaklığı sürdüreceğini öngörüyor. Zira Çin için Rusya, Batı’ya karşı stratejik derinlik ve enerji ve ham madde kaynağı demek. Rusya ise Çin’e bağımlı hale geldikçe Batı’ya dönme şansı azalıyor. Bu da uzun vadede Çin’in lider, Rusya’nın ikinci rolü oynadığı bir “anti-Batı” ekseni demek. Ancak bu eksen, Soğuk Savaş’taki Sovyet bloğu kadar ideolojik birlik içinde değil; daha pragmatik ve çıkar odaklı bir ittifak. ABD ise bu manzarada müttefiklik sistemlerine ve “değer diplomasisine” daha çok sarılacaktır.[13] Nitekim AUKUS, Hint-Pasifik Ekonomik Çerçeve, Japonya-Güney Kore yakınlaşması, NATO’nun Asya’ya ilgisi gibi gelişmeler, Washington’un Çin’i çevreleme stratejisinin parçalarıdır. Fakat Trump gibi liderler tekrar iktidara gelirse, ABD’nin müttefiklerine yaklaşımı öngörülemez olabilir – tıpkı Trump’ın Avrupa ve Hindistan’ı kızdıran hamlelerinde gördüğümüz gibi. Bu da ABD politikalarının diğer ülkeleri Çin’in kollarına itme riskini her zaman gündemde tutuyor.

Avrupa Birliği’nin zafiyetleri de burada önem kazanıyor. AB, Ukrayna savaşıyla jeopolitik bir uyanış yaşasa da, küresel Güney’e yaklaşımında hala etkili bir strateji geliştirmiş değil. Örneğin, AB’nin 2023’te Latin Amerika ve Afrika ile düzenlediği zirvelerde bile sömürgecilik mirası ve güncel politikalar yüzünden tam işbirliği sağlanamadı. Avrupa, “dünyanın problemleri de Avrupa’nın problemleri” anlayışını benimsemedikçe[14] Hint-Pasifik ve Afrika’da etkisini yitirmeye devam edebilir.

Avrupa’nın neden dünyanın sorunlarını kendi meselesi gibi görmediğine dair üç olası senaryo analizi aslınad AB gerçeğinin ne olduğu konusunda fikir verebilir:

1. Stratejik Yetersizlik Senaryosu

  • AB, küresel ölçekte askeri-stratejik kapasiteye sahip değil.
  • NATO’ya (dolayısıyla ABD’ye) bağımlı güvenlik yapısı, Avrupa’nın kendi başına küresel krizlere müdahil olma kabiliyetini sınırlıyor.
  • Ukrayna savaşı örneğinde, Avrupa kendi güvenliği doğrudan tehdit altında olmasına rağmen, ABD olmadan etkin strateji geliştiremedi.
  • Bu nedenle Avrupa, küresel sorunları çoğu zaman “kapasite dışı” görüp kendi sınırlarının ötesine geçmek istemiyor.

2. Siyasi Bölünmüşlük Senaryosu

  • AB üyesi 27 ülkenin farklı tarihsel deneyimleri ve jeopolitik öncelikleri var:
    • Doğu Avrupa ülkeleri için Rusya tehdidi öncelikli,
    • Güney Avrupa için göç ve Akdeniz güvenliği ön planda,
    • Batı Avrupa için ise ticaret, iklim ve normatif diplomasi daha baskın.
  • Bu farklılıklar, AB’nin ortak dış politika geliştirmesini engelliyor.
  • Sonuç: Dünyanın sorunları Avrupa’nın gündemine “tek sesli” olarak giremiyor.

3. ABD’ye Aşırı Bağımlılık Senaryosu

  • Avrupa, Soğuk Savaş’tan beri güvenliğini ABD’nin nükleer şemsiyesi ve NATO desteğiyle sürdürüyor.
  • Washington’un gündemi belirleyici hale geldiği için, Avrupa kendi sorunlarını bile ABD perspektifinden okumaya zorlanıyor.
  • Bu durum, AB’nin bağımsız stratejik vizyon geliştirmesini geciktiriyor ve küresel sorunlara kendi özgün yaklaşımını oluşturmasını engelliyor.

Prof. Dr. Murat KOÇ

YAZAR HAKKINDA