Logo
Çağ Üniversitesi
27.04.2020

TÜRKİYE VE 'MERKEZİ DEVLETLER TOPLULUĞU'

Prof.Dr. Esat ARSLAN tarafından

TÜRKİYE VE 'MERKEZİ DEVLETLER TOPLULUĞU'

1991 yılında Soğuk Savaşın sonunda Fukayama Kapitalizmin zaferinin “Tarihin Sonu” olarak nitelemişti. Aslında evrimleşen “Vahşi Kapitalizm”, sosyalizmi, sosyal devlet anlayışını, sosyal dayanışmacılığı değil, doğrudan Sovyetler Birliğinin zaman içinde ucubeleşen “Bolşevizm”ini daha doğru bir ifadeyle “Devlet Kapitalizmi”ni alt etmişti. Bu şekilde Thomas Hobbes’un «LEVİATHAN»ı gibi, bir büyük dev canavara dönüşen “Vahşi Kapitalizm” bir başına kalmıştı.

Anımsayın o günleri Soğuk savaş galibi, ABD hakkında neler söylenmedi ki, ne naat-ı şerifeler, ne mehd-i senalar dillendirilmedi ki, “Tek Kutuplu Dünya”da. Adına sizler ne derseniz, deyiniz, Vahşi Kapitalizm’in küreselleşme sürecinde, yer kürede savaşların çok daha kolay çıkartılabildiği, halkların hallaç pamuğu gibi, hatta kendi bölgelerinde yaşam hakları ellerinden alınarak kıtalararası savrulduğu, Akdeniz’de balıklara yem yapıldığı, her türlü insan hakları ihlallerinin hiç tınmaksızın açıkça göstere göstere yapıldığı bir iklimle karşılaşmıştı, insanlık dünyası. Tek Kutuplu Dünya köpürtülüyordu, gelecek âdeta “dünya diktatörlüğü” şeklinde biçimlendirilebileceğinin propagandasına teslim edilmişti. İşte bu tek kutuplu dünya düzeninin dünya diktatörlüğüne oynayan gücü ABD, zaman zaman fundamentalist dinciliği, zaman zaman da mikro milliyetçiliği köpürterek, grupları, yasadışı örgütleri, ulusları ve diğer aktörleri kendi çıkarları için manipüle etme eğilimine girişmişti.

1991-2008 yılları arasındaki yerkürenin hegemonik gücü ABD dünyaya kalıcı bir barış ve huzur getirmekten çok uzak olduğu Yadsınamaz bir gerçek olarak belleklerde yer etmiştir. Vahşi kapitalizmin dünyanın bir yanında fabrikaları kapatıp mühendisleri ve çelik işçilerini işten çıkarırken, bir başka yöresinde temiz suyu dağıtacak en basit teknolojiye yanaşmayan çarpık mantığı tüm dünya tarafından net biçimde görünür hale gelmesine neden olmuştur. Efendim şunu söylemeye çalışıyorum. İşte bu şekilde sağlık sigortasından yoksun 27,5 milyon insana sahip ABD’nin tek kutuplu dünya düzeni kurma girişimleri, önce 2008’deki Dünya ekonomik Kriziyle büyük bir sarsıntı geçirdiğini, Kovid -19 Küresel Salgınıyla birlikte deyim yerindeyse solunum aygıtına bağlanmış olduğunu hep birlikte gördük ve yaşadık. Ancak hepsinden acısı parası olmadığı için sağlık tesislerinden kafasının sokulmasına dahi izin verilmeyen Amerikan seçmeninin ölürken canhıraş çığlıklarını tüm dünya duydu. Hani nerede insanoğlunun üretebilmesi için Maslow’un ihtiyaçlar hiyerarşisindeki en temel sağlık gereksinimini yerine getirecek devletin işlevi. Ütopik olduğu bir kez daha teyit edilmiştir. Biyolojik ve bedensel gereksinmeler gibi temel ihtiyaçları giderilmeyen bir devlette insan kendini güvenlikte nasıl hissedebilir? Hissedebilir mi? Bütün bunlar “Vahşi Kapitalizm”in  dünyanın neresinde olursa olsun, insanı makine olarak görmesinden kaynaklanıyordu. Yaklaşık 300 yıl önce materyalist düşünürlerin gündemindeydi, “Makine İnsan

XVIII. yüzyılın başında materyalist düşüncenin kurucusu olarak ün kazanmış Fransız hekim-filozof Julien Offray de La Mettrie (1709-1751) “Makine Adam” (Machine Man) tezini savunurken, ondan yüz yıl sonra Karl Marx (1818–1883)’da “Ekonomik İnsan” (homo economicus) yani iktisadi hayatın bir üretim vasıtası olarak insanı görüyordu. Aslında her iki düşün insanı da gidişatın bir buhrana sürüklenebileceğini o primitiv zaman diliminde bile görüp algılamışlardı. Marks onun için manifestosuna feryad-ı figan bir biçimde “Durdurun Makinaları!” diye başlamayı yeğlemişti. Marks’ın bu makine metaforu, gerçekten de tam bir makina, bir robot gibi işleyen insanı merkeze alarak tüm çarkları durdurmayı ve bu şekilde kurulacak olan yenidünyanın ilkelerini ortaya koyuyordu. Bu arada şu gerçeğin de altını çizelim. Marksçı düşüncenin merkezinde bireyleri yok sayan bir kolektivite ya da halka rağmen halkı yöneten Komünist Parti gibi bir güç odağı olmamıştır. O bakış açısı, Bolşevizm, Leninizm’e egemen olmuştur. Marks düşüncesinin merkezinde çalışan, üreten, ürettiği ile karnını doyurmak zorunda olan insan bulunmaktadır. Şöyle bir tarihe kronolojik olarak bakıyorum da, Marks ve Engels’in 1848 Komünist Parti Bildirgesinden bu yana nerede ise 172 yıl geçmiş. Marx ve Engels’in, yüz yetmiş iki yıl önce kurulan enternasyonal Komünist Parti’nin ana ilkelerini ve programının genel çerçevesini ortaya koyan Manifesto. Hani sanayi devrimi ile ortaya çıkan işçi sınıfının sosyal haklar talep etmesiyle başlayan 1848 Devrimi süreci üzerinden.  “Durdurun Makinaları!” diye başlayan süreç, Kovid 19 virüsünün ettiklerine ne kadar da benziyor. Dünyayı değiştirme azmiyle, bu azmin bir parçası olan dünyayı anlama tutkusuyla yazılmış olan Komünist Parti Manifestosu, Kovid 19 sonrası dünyayı değiştirme ve anlamada önemli bir belge niteliğindedir. Düşünebiliyor musunuz? Bir virüs bütün dünyadaki üretim makinalarını bir anda durdurmuş, durdurabilmiştir.

Bütün toplumların tarihi, sınıf savaşımları tarihidir” biçiminde özetledikleri “Tarihsel materyalizm” düşüncesi Marks ve Engels’in birlikte kaleme aldıkları ‘Komünist Manifesto’da evrensel bir boyuta büründürülmüştür. Emek ile bütünleştirilen  “Ekmek ve Özgürlük” sözcüklerinin terennüm edildiği o küçük broşür 1848 yılı boyunca tüm Avrupa’da elden ele dolaşmıştır. 1848 yılı Paris, Prag, Viyana ve Venedik’te özgürlük çığlıklarının işitildiği olağanüstü bir yıl olmuştur. Şimdilerdeki Paris’teki Sarı yeleklilerin büyük, büyük dedeleri barikatlarla zenginleştirdikleri, karşı koymaların da bir tarihidir, günümüzde. İşte bu nedenle küresel salgın sonrası küresel ekonomik kriz bir anda hemen her kesimde en az Keynes kadar, hatta ondan belki daha da fazla Marks ve Engels’i anımsattığını söyleyebilirim. 1929 yılında Amerika’da başlayıp giderek tüm dünyayı etkisi altına alan Dünya Ekonomik Bunalımı ya da sıkça söylenildiği gibi “Büyük Buhran” gittikçe ivmesini arttırarak, 1930’lu yıllara damgasını vurmuştu. Fren mekanizmalarının da işe yaramaması sonucu dünya ekonomisi uçuruma yuvarlanmış ve piyasa mekanizması bitkisel yaşama girmişti. Piyasa mekanizmasını savunan birçok iktisatçının aksine Keynes, piyasanın devlet müdahaleleriyle düzenlenmesi gerektiğine inanıyordu. Zor zamanlarda hükûmetin ekonomiye para pompaladığı, iyi zamanlarda ise harcamaları kıstığı çevrim karşıtı maliye politikalarını savunuyordu, Keynes. Savaş sırasında “savaşın gereksinmeleri nasıl karşılanmalıdır” (How to pay for War) kitabında bu kriz dönemine de ekonomik bakımdan kafa yormuştur,  İngiliz iktisatçı John Maynard Keynes. 

Tüm bu perspektiflerden bakıldığında, bir şeyler yapılabilir mi? Kuşkusuz yapılır, yapılabilir, yapılmalıdır da. Dünyanın her yaşadığı felaketler, büyük afatlar sonrası her zaman çerçevesi belirlenen yeni bir dünya kurulmuştur, bunu hiçbir zaman unutmayalım sevgili okurlar.  Buna sadece dünya savaşları sonrasına baksanız bile, yepyeni bir dünya düzeninin belirlendiğini ve buna göre yerkürenin biçimlendiğini görürsünüz. Yalnız, üzülerek ifade etmek gerekir ki, kurulan her düzen “Haklının güçlü değil, güçlünün haklı olacağı” gibi bir Orman Kanunun egemen olduğu bir düzeni dikte ettirmiştir. Yanlış mıdır? Kuşkusuz yanlıştır. İşte bu nedenle şimdilerde gerçekten de küresel salgın sonrası yardımlaşmanın değil, küresel dayanışmanın egemen olacağı yeni bir dünya düzenine yaşlı dünyamızın ne kadar da ihtiyacı bulunmaktadır.  Birlikte anımsayalım, 16 Mart 1964 tarihinde TBMM’nin oybirliğiyle, hükümete Kıbrıs’a çıkarma yetkisini vermesi sonrası “ABD Başkanı Johnson’un Mektubu”na karşı İsmet İnönü’nün yanıtladığı ünlü cevabi yazısında siyasî literatüre geçen “yeni bir dünya düzeni kurulur, Türkiye de bu düzende yerini alır» bu veciz sözüne şimdilerde mazlum dünyanın ne kadar da gereksinimi bulunmaktadır, Sevgili Okurlar.  Ama sizler hiç meraklar buyurmayınız, insanlık, insaniyet doğru yoldadır. Dayanışma sancıları çeken dünya yepyeni bir dünyayı III. Dünyacı önder ülkeler eliyle teşekkül ettirecektir. Bunun emareleri görülmüş müdür? Şüphesiz ki evet. Şimdi her şeyi bir tarafa bırakarak, gelinen noktayı bir, bir irdeleyelim. Unutmayalım bu maceralı yolculuğa “2008 Ekonomik Krizi” bir milat oluşturmuştur, küresel egemen sınıfın panik ve kargaşa gribine yakalanması sonrası sendeleyişiyle yepyeni bir dünyaya doğru doludizgin gidildiği hep birlikte müşahede edilmiştir. Neden? Çünkü 2008 Ekonomik Krizinden sonraki yıllarda Çin ve Hindistan ekonomileri büyüme hızlarını olağanüstü yüzdeleri yükseltmişler,  öyle ki Çin, 2016 yılında ABD’nin ihracat rakamlarını yakalamıştır. Ancak bu arada borç ödemesi “ihracat odaklı büyüme”ye dayanan dünya ekonomisi resesyondan çöküşe doğru kayarken ihracata bağımlı pek çok yoksul ülke ekonomisi vurulmuştur, hem de çok ağır bir biçimde. Hemen ilk bakışta şu söylenilebilir. Kriz döneminde gelişmekte olan zayıf ekonomilerin kırılgan doğasının anlamı yatırımcıların paralarını çekmesi ve kendi “risk”lerini minimize etmesinden kaynaklanmıştır. Bu arada Rusya’nın Batı’ya karşı yeniden soğuk savaş sırasındaki gibi “keskin” siyasi ve ekonomik politikalara yönelmesi, İran ve Kuzey Kore’deki askeri hareketlenme, Arap Baharının iç savaşa evrilmesi, AB ve Anglo-Sakson politikalarının ayrışması gibi olaylar 12 yıllık süreçte ABD’nin ayaklarının yere değmesini sağlamıştır. Şimdi soru şu: Küresel Salgın sonrası üretim ve hizmetlerin topal ördeğe döndüğü günümüz ortamında  “Vahşi Kapitalizm” güç ve ihtiraslarına tamamen gem vurulabilecek midir? Dini imanı kâr olan “Vahşi Kapitalizm”, hâlâ insanların en temel hak ve özgürlükleri için bir tehdit ve tehlike olarak varlığını sürdürebilecek midir?

Hele ki ‘Korona Günleri’nden bakıldığında, yakınlarını yitirerek küresel salgını iliklerine kadar hisseden medenî toplumlar “Vahşi Kapitalizm’e gem vuracak ve onları uluslararası hukuk sisteminin zincirlerine bağlayacak kurallar ve kurumlar oluşturmayı başaramamış olmalarını yeniden değerlendirmeyecekler midir?

 Eğri oturup doğru düşünelim, 21. yüzyılda işlevsizliğe mahkûm edilen başta BM olmak üzere, neredeyse tüm uluslararası örgütler en son olarak da ‘Dünya Sağlık Örgütü’nün itibarsızlaştırılması gibi vahşi kapitalizm ’in devasa meydan okuması bir tehlike olarak elan varlığını sürdürmektedir. Sanki ‘benim borumu çalmazsan senin yaşam musluklarını keserim”, değil midir? Bu Trumpvari bakış açısı?  İşte bu fütursuz devasa askeri gücü elinde bulunduran ABD dünyanın hâlâ pek çok yerleşim alanında sınırsız ve kontrolsüz gücü elinde tutmakta ve halkların barış, huzur, özgürlük ve adalet içerisinde yaşamalarının önünde bir engel olmayı sürdürmektedir. Çok katmanlı, hibrit savaş, ticaret savaşın genel çerçevesi herkesçe kabul gören önemli bir tespit olma özelliğini taşımaktadır.

Sistemin karşı ayağında ise “Asya kovboyu” olma yolunda hızla ilerleyen Çin bulunmaktadır. Ama bu arada söyleyelim, Çin’in salgınla mücadelede sınıfta kalması mazlum dünyanın hayrına olmuştur. Çin, kendi ülkesindeki salgının kontrol altına alınması sonrası hakkındaki suçlama ve spekülasyonları en aza indirebilmek amacıyla bölgesel güç konumundaki Avrupa ülkelerine tıbbi yardım göndermeyi arttırmıştır. Çin bu süreçte; Fransa da dâhil, İtalya, İspanya, Belçika, Sırbistan, Çek Cumhuriyeti ve Yunanistan gibi pek çok AB ülkesine havadan acil tonlarca tıbbi yardım malzemesi göndermiştir. Tüm Balkan ülkelerine bu arada Sırbistan’a da yardım malzemesi gönderen Türkiye’ye nazire yaparcasına Sırp Cumhurbaşkanı Alexander Vuciç, Avrupa dayanışmasının bir masaldan ibaret olduğunu söyleyip, Çin’den gelen tıbbi yardım uçağını karşılama töreninde Çin bayrağını bile öpmüştür. Ancak, bu durum Almanya’dan, Fransa’dan yükselen Trumpvari suçlayıcı sesleri susturamadığı gibi hatta yükselmesine bile neden olmuştur.

Şimdi gelelim, küresel dayanışmanın parametrelerinin irdelenmesine. Çok uluslu bir devlet olarak Osmanlı Devleti, “devlet ebed müddet” şiarı çerçevesinde İslam ümmetini bir potada görme, Müslüman olmayan yurttaşlarını da ortak kültürel yapıdaki oluşturduğu “milli şuur” potasına almayı başarabilmiş ender ülkelerden birisidir.  Osmanlı Devleti ilelebet payidar olmayı hem Teba-yı Osmaninin “Ümmet” olarak ayrıca reayanın daha doğru bir ifadeyle gayrimüslimlerin de  “Millet” olarak safların sıklaştırılmasını neredeyse zorunlu bir millî şuur da birleştirmiştir. Batılı yazarlar ve oryantalistlerin çokça, ifade ettikleri gibi Osmanlı Devleti bir imparatorluk değildir. Osmanlı devletinin tarihî adı “Devlet-i Ali Osman”dır. Osmanlı Devleti, batılı diğer emperyalist imparatorluklar gibi hiçbir ulusun ne dilini, ne dinini, ne de hukuk sistemini değiştirmemiş, aksine geliştirmek için devletin tüm aygıtlarını kullanmıştır. Oysaki yayılmacı, sömürgeci emperyalist devletler, işgal ve istila ettikleri topraklarda kendi dillerini, misyonerler vasıtasıyla kendi dinlerini ve de hukuk sistemlerini egemen kılmışlardır. Osmanlı Devleti; Fransız, İngiliz ve Alman İmparatorlukları ile Hollanda, Belçika, İspanya, Portekiz Devletleri gibi ekonomik sömürü amacıyla kurulmamıştır. Osmanlı Devleti kendine özgü kuralları olan siyasi ve sosyal bir varlıktır. Kendisinden evvel gelmiş ya da çağdaşı Abbasi, Samani, Fatımi, Safavi, Selçuklu hanedanların kurdukları ya da idare ettikleri Müslüman ülkelerden esasta farkı olmayan Müslüman bir devlettir. Bu açıdan bakıldığında “Türklerin Arap ülkelerini bu arada Afrika’daki beş büyük eyaleti fethettikleri” ifadesi, gerçeklerden uzak, günümüz koşullarına uydurulmuş bir ifade olduğu oryantalist bir ifadedir.

 Dört yüz yıllık bir sürede Türkler ve başta Araplar olmak üzere kendi öz dillerini ve millet olarak da ayrı benliklerini korumakla birlikte, tek bir devlet içinde birleşerek siyasî bir bütün, bir vahdet içinde yaşamayı başarmışlardır. Mısır’da, Kuzey Afrika’da, Sudan’da, Somali’de yerli halk İngiliz, Fransız,  İtalyan hatta vekâlet savaşı yürüten Habeşistan’a karşı kuvvetle direnmişlerdir. Müslüman halkın bu direnmesi her şeyden evvel varlığını korumak isteyen Müslüman halkların direnmesidir. Müslüman halkın bu direnmesi egemenliğini ve kültür benliğini koruma savaşıdır.

 Bu direnmeyi Osmanlı Devleti ve anti-emperyalist bir tutum içerisinde gelişen yeni kuşaklar, kuvvetle ve yerel güçleri teşkilatlandırarak direnişe bilfiil iştirak ederek desteklemişlerdir. Şimdilerde, Suriye’de, Irak’ta, Basra’da, Sudan’da, Somali’de, Libya’da yapılan geçmişin anımsanmasıdır. Günümüzde Türkiye Cumhuriyetinin teminatı Türk silahlı Kuvvetlerinin zaferlerinin arkasında yerli halkların desteğinin olması yadsınamaz bir gerçektir.

Osmanlının hükümran olduğu topraklarda gerek ümmetin gerekse gayrimüslimlerin temel birliği kültür birliğidir. Genel ilke “OSMANLI ÜMMET VE MİLLETLER TOPLULUĞU” prensibidir. Burada kültürden kastedilen bilgiler yığını değildir, İbn Haldun’un ifade ettiği gibi bir asabiyet sistematiğidir. Bir başka ifadeyle İbn Haldun’un deyimiyle köye, mezraya kadar ulaşan büyük bir asabi damarlanma yaygısıdır. 

Küreselleşmenin mesafeleri giderek önemsiz hale getirdiği günümüz dünyasında Türkiye, Osmanlı Devletinin hükümran olduğu topraklarda ve uluslararası hukukta geçerli olan halefiyet (ardıllık) ilkesi gereği Osmanlı’dan devraldığı mirasla Sahra-Altı Afrika, Latin Amerika ve Asya Pasifik bölgelerine açılım politikalarını da derinleştirmek zorunda olduğu bilinciyle hareket etmektedir.

Bir şeyi daha unutmamak gerekir ki, Türkiye Cumhuriyeti dünyada görünürlüğünün artmasıyla birlikte sadece kendisi için değil, küresel dayanışma perspektifi içerisinde mazlum halklara da yol göstericiliğini sunabilmeyi insanı merkeze alan misyonik bir görev olarak belirlemiştir.

Bir gerçeğin daha altını çizmek gerekirse, AB(D)’nin bölge üzerindeki politik ve ekonomik vesayetinin olumsuz sonuçlarından etkilenen özellikle de Afrika ve Balkan ulusları kendilerini Türkiye’ye daha bir yakın görmektedirler. AB(D)’den hoşnutsuz bölge uluslarına Osmanlı’nın devamı Türkiye Cumhuriyetinin yumuşak güç konumu daha cazip görünmektedir. Osmanlının adını pek zikretmediği, ancak Balkan ulusları arasında yaşayan ve gelişmiş bir ekonomik ve kültürel birliktelik, bir başka deyişle Osmanlı Devletler (Ottoman Commonwealth) Topluluğu fikrinin tekrardan hayatiyet kazanması üzerinde durulması gereken önemli bir husus olduğu düşünülmektedir.  Osmanlı Devletinin devamı olan köklü bir devlet ve demokrasi geleneğine sahip, Türkiye 97 yıllık Cumhuriyet deneyiminde, tarihin doğru tarafında yerini almıştır. Sahip olduğu avantajları, merkezi coğrafi konumu, derin tarihi deneyiminden, genç ve eğitimli nüfusundan ve dinamik ekonomisinden kaynaklanmaktadır. Türk dış politikası birbirini tamamlayan çok sayıda siyasi, ekonomik, insani ve kültürel araçlardan istifade etmekte ve küresel bir ölçekte faaliyet göstermektedir. Küresel Salgın karşısında Türkiye’nin durumu ve direnci nasıl süper güçleri bile geri bıraktıysa, salgın sonrası değişimler de çok geniş yollar açacak nitelikte olabileceğini göstermektedir. İşte bu nedenle “Osmanlı Devletler Topluluğu” (Ottoman Commonwealth) ‘nın ortak değerler ve zenginliğin üleşilmesi düşüncesinden hareket edilerek, tarih yapıcı, coğrafya inşa edici Türkiye’nin ön ayak olacağı İslam ve Türk Dünyasını kapsayacak tarzda ABD Merkez Komutanlığı (CENTCOM) görev alanıyla uyumlu “merkezî coğrafya”da «MERKEZİ DEVLETLER TOPLULUĞU»  tesis etmek misyonik bir zorunluluktur. Türkiye Cumhuriyetinde küresel dayanışmaya öncülük edebilecek rol modeli kaldırabilecek güç, siyasi birikim, toplumsal bilinç, teknoloji, feraset ve güvenlik bakış açısı bulunmaktadır.

Günümüzde Türkiye Cumhuriyeti, 28 stratejik ortaklık, 20 ülkeyle Yüksek Düzeyli İşbirliği Konseyleri, Üçlü Bölgesel Mekanizmalar, Bakanlar düzeyindeki çeşitli mekanizmalar ve 19 adet Serbest Ticaret Anlaşmasıyla geniş bir işbirliği ağı ve veri tabanına sahiptir.

Küresel salgın sırasında yaşanılan derin teessüre maruz kalan ülkeler, küreselleşmenin ne menem bir şey olduğunu ve küresel ağların büyük bir tehdit görüldüğünü iliklerine kadar duyumsamışlardır. Bu nedenle üretimde dışa bağımlığı en aza indirmek için kendi kendine yeterli hale gelmenin hesaplarını öne alacağı bir ortamda ülke içerisinde dayanışma, dışarıda güvensizlik esas alınacağı yadsınamaz bir gerçektir. Vahşi Kapitalizmin Suudi Veliaht prens Muhammed bin Selman ile BAE Emiri Muhammed bin Zaid önderliğinde yürütülen ABD / Avrupa ile Ortadoğu’daki yeni statü projeleri şimdiden yok hükmünde görülmeye başlanmıştır.

Evet, sevgili okurlar, küresel salgın sonrası “Vizyoner Türkiye”’nin “Âkil Devlet Vizyonu” nda Türkiye Cumhuriyeti dünyadaki gelişmeleri bekleyip, yeni düzen oluştuktan sonra bunlara tepki veren bir ülke olmamalıdır. Türkiye’nin krizden krize koşturan yangınları söndüren “itfaiye eri” yaklaşımı ile gücü dağıtılmamalıdır. Türkiye, Ankara merkezli önleyici kararlar alan / müdahalede de ön alabilen model ve öncü ülke konumunu sağlamlaştırmalıdır. Türkiye Cumhuriyeti, girişimci ve insani dış politikası ile yeniden şekillenen küresel kültürün yapışkanı, olabildiğince tutkalı olmalıdır.

Prof.Dr. Esat ARSLAN

YAZAR HAKKINDA