Logo
Çağ Üniversitesi
17.09.2019

Güvenli Bölge ve Müşterek Harekat Merkezi

Doc.Dr. Murat KOÇ tarafından

Güvenli Bölge ve Müşterek Harekat Merkezi

Çağ Üniversitesi Öğretim Üyesi Doç.Dr. Murat Koç, ABD ile Türkiye arasında varılan genel mutabakat sonucu Kuzey Suriye -Türkiye sınırında tesisi planlanan güvenli bölge ve buna yönelik oluşturulan, müşterek harekat merkezi konularında açıklamalarda bulundu. Fırat’ın doğusundaki gelişmeleri ve İdlib’in Türkiye açısından önemini değerlendiren Koç, Türkiye’nin sahada zaman kaybetmeye tahammülünün olmadığı bir dönemin içinde bulunulduğuna dikkat çekti, ABD’nin aslında zaman kazanmaya çalıştığını söyledi.

 

Her harekâtın bir siyasi hedefi olduğunu belirten Koç şunları söyledi:

“Askeri harekatın hedefleri taktik, stratejik seviyelerde düzenlenebilir. Ancak her harekatın bir de siyasi hedefi vardır. Özellikle uluslararası güvenlik perspektifinde bu siyasi hedef güç, tehdit ve çıkar dengesi ile şekillenir ve belirlenir. Çünkü güç varsa kuvvet kullanabilirsiniz, tehdit varsa tedbir alabilirsiniz, çıkar varsa bunun başarı faktörlerini belirlersiniz.

Bu noktada ABD ile henüz aynı siyasi düzlemde bulunmadığımızı düşünenlerdenim. Her iki ülkenin kullandığı güç anlamında bakarsak, terör örgütüne destek veren ABD- milli unsurlarını kullanan Türkiye; tehdidi terör olarak algılayan bir Türkiye- tehdidin terör bölümünü kendine bir stratejik ortak olarak belirlemiş bir ABD tablosu görüyoruz. Başarı faktörleri ise, yani neleri yaparsak başarılı olabileceğimiz konusu da sahadaki güvenli bölgeye tekabül ediyor. Niteliği, genişliği, derinliği henüz belli olmayan bir güvenli bölge için henüz bir müşterekliğin oluşmadığını buna rağmen ABD’nin böyle bir şey varmış gibi, özellikle askeri heyetler noktasında ziyaretleri arttırıp yoğunlaştırarak aslında zaman kazanmaya çalıştığını görüyoruz.

Çünkü, Mümbiç ve Tel Rıfat’ta, 14 ay önce buraya ilişkin mutabakatlar tamamlanmış olmasına rağmen, Fırat’ın doğusunda çok kalabalık bir grubu tesis ve teçhiz ederek eğiten, bu yöndeki faaliyetlerine devam eden ve müştereklik noktasında keskin bir ayrımda bulunduğumuz bir ABD söz konusudur.

Türkiye’nin sahada zaman kaybetmeye tahammülünün olmadığı bir dönemin içinde bulunuyoruz. Yurtiçi operasyonlar, dışarıyla olan etkileşimler, mülteci hareketleri ve bu göçmen hareketinin Türkiye için yaratacağı etkiler bağlamında kritik bir dönemin içerisindeyiz.

Siyasi ayrımı net olarak ifade etmek açısından Georgetown Üniversitesinin Suriye simülasyonu çarpıcı bir örnektir. Georgetown Üniversitesi 2019 yılı içerisinde CSIS Vakfı’nın da desteğiyle bir Suriye simülasyonu oluşturmuştur. Bu maksadı niteliği belli olan, Kamışlı’nın başkent ilan edildiği, Türkiye’den toprak talep etme noktasına varan bir simülasyondur. İlave toprak talebini şuradan anlıyoruz: Simülasyonda Fırat’ın doğusu Kentucky eyaletine benzetilmiştir. Kentucky eyaleti 110 bin km2’dir. İlave bir toprak talebi vardır. Sorun siyasi noktada şuna evrilmektedir: Bu kadar insan bu şeridin içerisinde olmayacaksa nerede olacaktır? O koridorda anlaştığımızı varsayarsak bile bunlar Türkiye’nin güç, tehdit ve çıkar dengesi içerisinde nerede duracaktır?

 

Acaba ABD ile Rusya arasındaki gizli mutabakat sonucu belki de 84 maddelik anayasa çoktan hazırlanmıştır da biz sadece bununla ilgili BM’nin devreye gireceği bir süreçte zaman mı kaybediyoruz? Benim büyük endişem BM tarafından özellikle uçuşa yasak bölge ve insanı dramlar nedeniyle kampların oluşturulması ve aynı zamanda bölgede bir barış gücü tesis edilerek koalisyondan oluşan bir yapının ortaya konulmasıdır. Sahaya BM’nin girmesi ile sahadaki pek çok unsur ABD’nin bugüne kadar uğraştığı gibi meşrulaştırılmış olacaktır. Uçuşa yasak bölge demek, bizim belli bir hattın üstünde hareket edemememiz demektir. Bugüne kadar hiç olmadığı kadar Suriye ile ilgili görüş beyan eden, El Kaide ve sahadaki DEAŞ unsurları ile ilgili bazı raporlar yayınlayan BM, taraflı bir görüntü arz etmenin de ötesine geçmiştir. Bu gelişmelerin tamamıTürkiye’yi negatif bir noktaya taşıyabilecektir.    

İdlib’in Türkiye İçin Önemi ve Rusya’nın Yaklaşımı

İdlib’in Türkiye için neden önemli olduğunu anlatan Çağ Üniversitesi Öğretim Üyesi Doç. Dr. Murat Koç, İdlib’te ilan edilen ateşkesin ardından Rusya’nın desteklediği rejim güçleri tarafından gerçekleştirildiği belirtilen hava saldırılarını ve söz konusu saldırıların bölgeden yeni bir göç dalgası başlatacağı endişelerini değerlendirdi. Koç şunları söyledi:

“İdlib, bir muharebe ileri karakolu konumundadır. Hatay ve Reyhanlı’dan bakıldığında hem bir örtme unsuru hem keşif unsurlarımızın bulunduğu bir noktadır. Türkiye Cumhuriyeti devleti için özellikle ASTANA sürecinde oluşturulan bu çatışmasızlık bölgesi Suriye’den ziyade doğrudan kendi güvenliğine yönelik olarak oluşturulmuş bir alandı. Bu nedenle 12 ayrı gözlem noktası ile burada varlık göstermeye başladı.

Rusya, Türkiye’nin bu konudaki yaklaşımını çok yakından bilmektedir ve bu hassasiyeti de irdeleyebileceğinin farkındadır. Ancak bundan daha öte bir durum mevcuttur. Rusya; Lazkiye- Banyas -Tartus hattında, Akdeniz’de bir köprübaşı elde etmiştir. Akdeniz enerji sahasında bir yere tutunmuştur. İkinci hat, İdlib-Hama-Humus hattıdır. Bu hat, İran’dan uzanıp gelen kuzey koridorunun geçtiği bölgedir. İleride sağlanabilecek bir enerji mutabakatında Akdeniz’e çıkılabilecek noktadır. Rusya İdlib’i bu derinliği ile değerlendirmektedir. Bu bölge Akdeniz’e açılım noktasında İdlib’in arka planda kendine müzahir unsurlarla beraber şekillendirmesi gereken bir alana tekabül etmektedir. Bu nedenle çok önemlidir.

 

Bundan daha önemli bir durum daha vardır. Biraz önce de belirttiğimiz gibi İdlib, Hatay ve Reyhanlı için bir muharebe ileri karakoludur. Reyhanlı Hatay bölgesinin korunması önceki tecrübelerimizden de gördüğümüz gibi aynı bölgeden (Hatay ve Reyhanlı’dan) yapılamaz. Hatay ve Reyhanlı ancak sınırlarının dışından korunabilir. Rusya da bilmektedir ki, biz buradan taviz verirsek, geriye doğru çekilirsek Hatay ve Reyhanlı hattında bir-iki periyot önce yaşadığımız mülteci krizinin çok daha farklı bir boyutunu ve insani hareketlerin kontrol edilemezliğini bir kere daha yaşamak durumunda kalabiliriz.

Başta HTŞ olmak üzere İdlib’teki unsurların dizaynı, eğitilmesi göz önünde bulundurulduğunda olası mülteci hareketi açısından bugün farklı bir noktada olduğumuzu görüyoruz. Buradaki terör örgütü unsurların sınırlarımızdan girme ihtimali yüksektir.  Bu Türkiye için olayı tahammül edilemez katlanılamaz bir noktaya doğru taşıyacaktır. Bu nedenle ASTANA ruhu korunmalıdır.

ASTANA ruhu, İran’da birçok dengesizliğin yaşanması, Irak’ın neredeyse parçalanması ve Suriye’nin parçalanması pahasına bir araya getirilen bir ruh. Eğer bunu muhafaza edemezsek, bundan sonraki süreçte bu dengeyi devam ettirmemiz mümkün olmayacaktır.  

“İdlib Suriye iç savaşının son sahnesidir”

İdlib konum itibariyle Suriye iç savaşının son sahnesidir. Olay bittiği takdirde siyasi sürece geçilmesi için çok fazla engel kalmayacaktır.  Bu noktada Rusya’nın özellikle Türkiye’nin sınır güvenliğine dönük olarak, ortak harekat ve müşterek tedbirler alabilecek bir noktaya gelebileceğini düşünüyorum. Bu ASTANA sürecinin başında İdlib konuşulurken de gündeme gelmişti.

İlerleyen dönemlerde, Türkiye ve Rusya’nın müşterek hareket edeceği bir süreç başlayabilir. Sahada biraz daha derinleşmiş müşterekliklere, genişlemiş ilişkilere ihtiyacımızın olduğunu düşünüyorum. Sadece uzaktan görüşmelerden ya da silah alışverişinden kaynaklanan yeni denge modellerinin ve ekonomik ilişkilerin dışında, çok daha gerçekliği olan bölgesel dengelere uzun vadeli olarak hizmet edecek müşterekliklere ihtiyaç vardır.

İdlib iç savaşın son sahnesidir. Onun için bu bölgede herkes kozunu iyi oynamaya çalışmaktadır. Ancak burada garantörlerin bir eksiği tamamlamaları gerekmektedir. Garantörler bu alanda tehdit ve tehdit olamayan unsurları -siviller bazında- ayırt etmek durumundalar.  Bu nedenle ayrıştırıcı diplomatik mekanizmaya ihtiyaç vardır.

ABD ve Orta Doğu’nun en etkin istihbarat örgütleri sahada istedikleri grupları silah para vb. yollarla motive etmek suretiyle farklı hedeflere yönlendirebilmektedir. Ayrıca bölgede delegasyon unsurları da bulunmaktadır. Körfez sermayesinin çok önemli bir bölümü burada çeşitli gruplarla doğrudan ve dolaylı ilişki halindedir. Körfez Arap Ülkeleri İşbirliği Konseyinin Birleşik Arap Emirlikleri, Suudi Arabistan gibi kimi üyelerini sahanın beklenmedik bölgelerinde çeşitli ilişkiler içinde görebiliyoruz.

Buradaki ayrıştırıcı mekanizma, bizatihi garantörler tarafından sahanın güvenliğini temin edecek şekilde kurulmalıdır. Yoksa burada işin içinden çıkmamız zorlaştığı gibi oyunun hangi kurallar üstünden döndüğü de her geçen gün daha fazla belirsizleşecektir.

İran’ın Bölgedeki Konumu

İran uluslararası baskı altındadır.  İran’ın dışarıya açılabileceği birkaç kapıdan biri Suriye’dir. “İran’ın Şii Hilali’nin aslında bir Arap kemerine karşı geliştirilmiş bir projenin sonucunda oluşturulduğu, İran’ın bu avantajı uzun yıllar kullandığı, bugün Lübnan üzerinden Akdeniz’e çıkmaya çalıştığı, buradaki kara köprülerini muhafaza etmeye çalıştığı” Amerika’nın tehdit belgelerinde -önlenmesi gereken konular- olarak tanımlanmaktadır.

Şii Hilali 2011’den önce çok daha dinamik bir görüntü arz ediyordu.  İran’ın sahada bazı çelişkiler münasebetiyle gerilediği bir sürecin içine girildi. En azından ABD pek çok karşı tedbir almak suretiyle bu akışı kesme yoluna girdi. Fakat İran bugün Akdeniz coğrafyasına Lübnan’la bağlanmıştır ve oradaki etkisini sürdürmeye devam etmektedir.

Esas problem Akdeniz coğrafyasındaki temel dinamiklerden kaynaklanmaktadır. “Power transition” denilen küresel güç geçişinde bazı alanlar boşluk (stratejik güç boşlukları) halinde kalmıştır. Akdeniz bunlardan biridir. Enerjinin çıkarılması ve dünyaya sunulması ile ilgili henüz oturmamış, Kuzey Afrika’daki gelişmelerle beraber sürekli dengesi değişen bir coğrafya içerisinde ülkeler kendilerine bir yer aramaya çalışmaktadır. Bugün 40 tane petrol şirketi, 9 ayrı devlet ve 14 ülkenin donanmasının bulunduğu yepyeni bir düzlem vardır.

“Türkiye, Mavi Vatan Tatbikatıyla inisiyatifi eline geçirmiştir”

Türkiye bu karışıklık içerisinde aslında iyi ve önemli bir şey başarmıştır. Kandil’den Muğla’ya kadar olan o hatta, güney harekat alanının bir bölümünü de mavi vatan olarak tanımlamak suretiyle en büyük tatbikatlarını yapmıştır ve bu çok önemli bir hamledir. Hem Suriye’deki harekatı hem Irak’taki Pençe harekatı ile birlikte eş zamanlı olarak varlığını sahaya bu şekilde koymak suretiyle insiyatifi eline geçirmiştir.  

Türkiye sahada almış olduğu insiyatifi bırakmayacaktır.  Bırakırsa hem büyük enerji oyunun hem de güvenlik politikasının bir daha geri dönülemez hale gelmesine neden olur. Türkiye bugün nasıl Hatay’dan vazgeçemezse İblib’ten de vazgeçemez.  Bu nedenle inisiyatif alıcı tedbirlerin derinleştirilmesi gerekmektedir. Diplomatik anlamda Rusya ile - sahadaki ayrıştırıcı politikalar da dahil olmak üzere- daha farklı bir düzlemde ilişki geliştirmek gerekebilir.

Ancak ABD açısından durum farklıdır. Karşımızda tarzı ve tavrı değişmiş bir ABD var. Stratejik iş birliği anlaşmasından bugüne kadar olan süreçte ilk defa Amerika ile farklı yönlerde, farklı noktalarda durduğumuz bir dönemi yaşıyoruz. Net, açıkça çekileceğim dediği yerden çekilmeyen, terör örgütüne destek vermeyeceğini söyleyip desteğini 2 kat arttıran, sahada istihbarat desteği sağladığı gibi onları bir de eğitip donatan ve bunu sürekli hale getiren bir ABD görüyoruz.  

ABD ile çok farklı noktalarda durmaya devam edeceğimizi düşünüyorum. Bu nedenle müşterek harekat merkezi kavramı, bir fikir olarak iyi bir başlangıç olabilse de bundan sonraki süreç içerisinde zaman kaybettirme özelliğini de uhdesinde barındırmaktadır.”

Doc.Dr. Murat KOÇ

YAZAR HAKKINDA